NAZIM HİKMET
Bakü’yü bilenler bilir. “Talkuşka” pazarı kurulur haftada bir. Kalabalık olur. Aradığın her şeyi bulursun orada. Türkiye’den gelen dostlar vesile olmuşlar gitmiştik. Bulvar üzerinde sonu görünmez pazar. Gıda, giyim, elektronik eşya vs. yok, yok.
Şairin dediği gibi;
“Ne ararsan bulunur derde devadan gayrı”.
Nazım Hikmet’e ait bir kitap dikkatimi çekmişti serginin birinde. On kat pahalı satılıyordu diğerlerinden. 80 yıl dış dünyaya kapalı Azerbaycan Türk’ü Türkiye Türkçesini onun eserlerinden öğrenirlermiş. Öyle anlatılmıştı. Kıymeti o yüzden. Az fayda sayılmaz o da
“İdeolojiler eğnimize giydirilmiş deli gömlekleri” diyor Cemil MERİÇ:
Nazım Hikmetle dünya görüşümüz uyuşmaz.
Şiirlerini de merak etmezdim pek.
Genco Erkal okurdu duyardık daha çok.
Bazı sanatçıların besteleri vardı birde.
Bilgim vardı tabi ki hakkında.
Peyami Safa ile atışmalarını bilirdim.
Marksist biriydi sonuçta.
Marksın dine bakışı belliydi.
“Geri kalmış toplumları uyutma aracı” olarak görüyordu onu. Sicili kabarıktı Başka sabıkaları da vardı ama bu kadarı yetiyordu bize. Din üzerinden bakıyorduk hep meseleye. Yıllar sona Başbuğ bir şiirini okudu kurultayların birinde.
“Dörtnala gelip uzak Asya’dan,
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket bizim”
“Ön teker nerden giderse arka da onun ardından”
Daha bir okunur oldu sanki ondan sonra.
Eserleri durur kütüphanemde.
Hediye etmişti birisi set halinde.
Okur, anlamaya çalışırım bunları ona söyleten nedenleri.
Aynı mahallede gezinirsen aynı şeyi görürsün.
Karşı mahalleye de geçmek gerek.
Çok şey katar o sana.
Marksist, ateist, mümin, münafık…
Herkesin düşüncesi var kendine göre.
Düşmanlık edeceksen de bilerek et.
Sevecek, uğruna öleceksen de öyle…
Allah istese herkesi bir yaratabilirdi.
Gücü yeterdi ona. Ayetle sabit;
“Rabbin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi mutlaka iman ederdi” deniyor orada. (Yunus 99)
Onun dilemediğini sen mi dileyeceksin?
Yok öyle bir hak.
Görev olarak da verilmedi kimseye.
İnsanlar hep iyi, ya da hep kötü değiller.
Yakın durur tanımaya çalışırsan görürüsün onu.
“Melek” ya da “şeytan” olurlardı öyle olsaydı. Birlikte bakmak lazım o yüzden iyisine de, kötüsüne de.
Azerbaycan’ın İstanbul Başkonsolosu Abbas Abdullah anlatmıştı;
Bakü Devlet Üniversitesi tarafından Mirza Fethali Ahundov (1812-1878) adına (modern Azerbaycan edebiyatının kurucusu, tiyatro yazarı, alfabe reformu taraftarı) panel düzenlenir.
O sırada Moskova’da bulunan Nazım Hikmet de o panele davet edilir. Bunu duyan bir gurup öğrenci gelip onunla tanışmak görüşmek isterler.
Adlarını sorar.
Soyadlarını Abdullayev, Kazımov, Paşeyeva vb. şeklinde söylediklerini görünce;
Eşşek kafa, Türk “ova” olmaz, Türk “ov” olmaz.
“Oğlu” olur “kızı” olur. “Öyle demek lazımdır” diye onları uyarır.
Kürsüde konuşmasını yaparken de “Ahundov” demez. “Ahundoğlu” der hep.
Dili sürçer, bir kez diyecek olur, dönüp “tüh tüh” der düzeltir hemen. “Biz onu o yüzden bir komünist kimin değil, bir milliyetçi kimin tanımıştık” demişti. Anlatmış olalım bunu da bu vesileyle.
“10 Kasım” arifesindeyiz. Nazım Hikmetin “Kuvayı Milliye Destanından” Atatürk’ün anlatıldığı bölümle noktalayalım.
84. ölüm yıldönümünde büyük devlet adamını saygıyla ve özlemle anarak…
“Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
Eğildi, durdu.
Bıraksalar İnce, uzun bacakları üstünde yaylanarak
Ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı”
Ruhları şad olsun onun ve silah arkadaşlarının.