Milli Demokratik Devrim Tarihimizde 24 Temmuz’un Üçlü Anlamı

Milletleşme sürecini ateşleyen milli içerikli belirli gün ve haftalar kutlamalarımız, milli heyecanımızı, bilincimizi, vicdanımızı ve merhametimizi de biler. Belirli gün ve haftalar bakımından oldukça zengin bir takvimimiz vardır.

Üçlü boyutu bulunan 24 Temmuz gününün tarihsel içeriği, kültürel ve toplumsal etkisi ve milli işlevi nedir?

1850’lerde başlayan ve günümüze kadar 175 yıllık bir süreci kaplayan milli demokratik devrim tarihimizin üç köşebaşı geçen yüzyılın ilk çeyreğinde cereyan eden birbiriyle ilişkili üç devrimci eylemdir.

24 Temmuz, Türk milletine birbiriyle bağlantılı üç tarihi olayı hatırlatır.

TÜRKİYE’NİN TAPUSUNUN SÖKE SÖKE ALINMASI

Bunlardan birincisi, kimi uyduruk tarih tacirinin “hezimet” dediği, kimi nefret tarihçilerinin “gizli maddeleri”nin bulunduğunu ileri sürdüğü, imzalandığı yerde başta ABD olmak üzere Batılı devletlerle birlikte PKK ve uzantılarının 100’üncü yılında “imha etme”, “çöpe atma planları”nın yapıldığı, (*1) gerçekte ise 1699 Karlofça Antlaşması’ndan beri süregelen ve 1920 Sevr’i ile amaçlarına ulaştıklarını sandıkları Türklüğü bitirme sürecinin, granitten kayalarına çarparak parçalandığı ve Türkiye’mizin tapusunun alındığı, 15 yıl süren vatan savaşımızın son noktasının konduğu 24 Temmuz 1923 tarihinde imza altına alınan Lozan Antlaşması’nın 102’inci yıldönümüdür.

LOZAN’I YARATAN SÜREÇ

Lozan Barış Konferansı’nın tarihi derinliğini ve önemini anlamak için oraya nasıl ve hangi aşamalardan geçerek gelindiğini bilmek lazımdır.

Lozan’a nasıl gelinmiştir?

Hangi süreçlerden, hangi aşamalardan geçilmiştir?

Lozan’ı hazırlayan ortam ve şartların tarihi gelişmesini ve arka planını bilmezsek, o dönemle aynı şartların yaşandığı, çevremizin silahları Türkiye’ye dönmüş ABD üsleriyle çevrildiği, Irak ve Suriye’nin kuzeyinden, Doğu Akdeniz ve Yunanistan üzerinden ABD-İsrail tehditlerle karşı karşıya olduğumuz bugün tam olarak anlaşılmaz.

“TEK DİŞİ KALMIŞ CANAVAR”

Mehmet Akif’in, “emperyalizm, kâğıttan bir kaplandır” saptamasında olduğu gibi muazzam, derinlikli ve bilimsel bir tahlille “tek dişi kalmış canavar” şeklinde nitelediği emperyalizm, 19’uncu yüzyıl boyunca talan ettiği Asya, Afrika ve Latin Amerika dünyasını, imparatorluk geleneğinden gelen Osmanlı Devleti, Çin ve Rusya dışında tamamen sömürgeleştirmişti. Bu zalimlerin başını topraklarında “güneş batmayan ülke” unvanıyla anılan İngiltere ve Fransa çekiyordu. Dünya pazarlarını paylaşmış olan emperyalist devletlere rakip olarak, 1871’de feodal parçalanmışlığı altederek milli birliklerini sağlayan İtalya ve Almanya sofrada “biz de varız” diyerek tarih sahnesine çıktı. Dünya hammadde pazarları üzerindeki paylaşım rekabeti ve çelişkisi öyle bir noktaya geldi ki, dünya 20’inci yüzyıla tef gibi gerilerek girdi. Emperyalist devletler, İngiltere, Rusya ve Fransa’nın oluşturduğu “İtilaf” ve İtalya, Avusturya Macaristan İmparatorluğu ile Almanya’nın oluşturduğu “İttifak” diye gayet gerilimli iki bloğa bölündü. İtalya 1914 yılında savaş başladıktan sonra İtilaf Devletleri’ne geçti. Osmanlı Devleti de İttifak Devletleri’ne katıldı.

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞININ ESAS KONUSU OSMANLI TOPRAKLARIMIZDI

Savaşın esas kaynağı, yağma ve talan sofrasına sonradan oturan ve yeniden paylaşım isteyen İttifak Devletleri’ydi. Üzerinde kızılca kıyamet koparılan, savaşın esas konusu olan topraklar da bizim topraklarımız, Osmanlı topraklarıydı. Bu sebeple bizim Kurtuluş Savaşımız esasen 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı’yla başlar. Daha somut bir tarih verelim: 29 Ekim 1914 tarihinde İngilizlerden kaçarak Osmanlılara sığınan ve savaş şartları gereği satın alındığı ilan edilerek adına Yavuz verilen Goeben (Göben) kruvazörünün Rus limanlarını bombalaması sonucu yapılan hamleyle bizi yutmak isteyen emperyalist devletlere karşı savaşa girmemiz, vatan savaşımızın esas başlangıcıdır.

Açgözlü emperyalist haydutlar, yağma ve talan için, sömürgeleri yeniden paylaşım için savaşıyorlardı. Osmanlı Devleti vatan savaşı veriyordu; kendini savunuıyordu. Müttefikimiz Alman emperyalizminin gizli amaçlarından biri Osmanlı topraklarının fiilen ele geçirilmesiydi. Bu gerçeği, İttihatçı Hükümet’in Erkânı-ı Harbiye Dairesi’nde birim müdürü olarak çalışan İsmet Bey (İsmet İnönü), beraber çalıştığı Alman subaylarıyla hasbihallerinde teyit ettirmişti.

Almanların, kendi saflarında savaşa katılan Osmanlı hakkında taşıdıkları emperyalist niyet hakkında İsmet İnönü’nün hatırası Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya adlı kitabında şu ifadelerle anlatılır:

“Bir gün Harekât Şubesi Müdürü İsmet Bey, kendisi ile çalışan bir Alman yüksek subayına der ki: “Canım, siz kalabalıksınız. Sanayicisiniz. Belçika da öyle. Onu kendinize mi katacaksınız? Zaferden sonraki kazancınız ne olacak?

“Subay, kendi aralarında sık sık bu konu üzerine konuşmayı adet edinmiş olacaklar ki ağzından kaçırıverir:

“Die Turkei!” (*2)

KURUYAN BOZKIRI, SARAY BOSNA SUİKASTI TUTUŞTURDU

1914’e gelindiğinde ülkeler arası ilişkiler öylesine gerilmişti ki, savaş an meselesiydi. Tüm dünyada eller tetikteydi. “Kuruyan bozkırı bir kıvılcım tutuşturacak” durumdaydı. O kıvılcım da Bosna Hersek’ten geldi. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahdı Franz Ferdinand, 28 Haziran 1914 günü Saraybosna’yı ziyaretinde eşi Prenses Sophie ile birlikte bir Sırp Milliyetçisi olan Gavrilo Princip’in düzenlediği bir suikasta uğradı. “İki devleti bir arada tutan tek unsur olan Habsburg Hanedanı’nın tek veliahdı” öldürülmüştü. Avusturya Hükümeti’nin tepkisi çok sert oldu. Bunu izleyen süreçte devletler birbirlerinin üzerine atıldılar.

Suikasttan bir ay sonra 28 Temmuz 1914 tarihinde başlayan savaş, 11 Klasım 1918 tarihinde sona erdi. Kesintisiz 4 yıl 4 ay bilfiil sürdü. O zamana kadar görülmemiş büyüklükte, yaklaşık 70 milyon askeri personel birbirini boğazladı. 9 milyon insanın hayatına maloldu.

Veliaht Ferdinand’ın öldürülmesinden bir ay sonra başlayan savaş, 6 ay sonra 19 Şubat 1915 tarihinde İtilaf Donanmasının Osmanlı Devleti’ne Çanakkale üzerinden saldırmasıyla yeni bir safhaya girdi. İtilaf Devletleri, Mehmetçiğin Balkan Savaşları yenilgisinin ezikliğini ruhundan attığı, iyi yönetildiğinde kahraman Mehmetçiğin efsaneler yaratma kabiliyetinde olduğunun ispatlandığı, gerçek kurtuluşumuz olan Milli Kurtuluş Savaşı’mızın “önsözü”nün yapıldığı ve kadrolarının çeliğine su verildiği bir kahramanlık destanı olarak Çanakkale Savaşı’yla yüz geri etti. İttihat ve Terakki Hükümeti’nin Balkan Savaşları yenilgisinin tecrübesiyle orduyu yenileme ve gençleştirme, orduda reform yapma çabaları sonuç vermiş, başta Mustafa Kemal olmak üzere genç subayların önünün açılması vatan savaşında önemli bir tarihsel başarıyı gündeme getirmişti.

ÇANAKKALE TÜRKLÜK İÇİN ‘DİRİLİŞ’TİR

İtilaf Devletleri bu saldırıyla, Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul ile İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının kontrolünü ele geçirmeyi, derin bir toplumsal-ekonomik buhranın içinde debelenen ve her an bir emekçi ihtilaliyle yıkılması muhtemel olan Rus Çarlığı’na güvenli bir erzak tedarik ve askeri ikmal yolu açarak imdadına yetişmeyi ve an meselesi olan devrimi engellemeyi, başkent İstanbul’u zaptetmek suretiyle Almanya’nın müttefiklerinden birini savaş dışı bırakarak İttifak Devletleri’ni teslime zorlamayı ya da en azından zayıflatmayı amaçlamıştı. Ancak Mehmetçiğin granitten kayalıklarına çarparak başarısız olmuş, geri çekilmek zorunda kalmıştır. Kara ve deniz savaşları sonucunda iki taraf da çok ağır kayıplar vermiştir. Mehmetçiğin kahramanlığı efsaneleşerek tarihe geçmiş, İtilaf devletlerinin ise süngüsü düşmüş, yenilmezlik inancı darmaduman olmuştur.

Çanakkale savaşları, savaşı sonlandırmak amacıyla çıkarılmıştı ama İtilaf Devletleri kaybedince savaşın 2 yıl uzamasına neden oldu. İtilaf devletleri önemli bir unsurunu, Çarlık Rusya’sını kaybetti. Çünkü Çar’a yardım ulaşmayınca işçi ve köylüler devrimi gerçekleştirdiler, Çarlığı yıkarak birkaç yıl sonra Kurtuluş Savaşımızda bize çok değerli desteklerde bulunan devrimci bir hükümeti, Sovyetler’i kurdular.

30 EKİM MONDROS’U, VATAN SAVAŞIMIZA SADECE “50 GÜNLÜK BİR MOLA” DURUMUYDU

Ancak gene de nihai tahlilde olmayacak işe âmin diyerek iki cephede savaşan İttifak’ın lideri Almanya kaçınılmaz sonla karşılaşarak yenildi. Birçok cephede kahramanlıklar yaratan Mehmetçiğe rağmen Osmanlı Devleti de yenilmiş sayıldı. 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Ateşkesi imzalandı. Bu antlaşma, Osmanlı Devleti’nin idam fermanıydı. Vatan savaşımıza ise “50 günlük bir mola” anlamına geldi. Topraklarımızın yer yer emperyalistler tarafından işgal edilmeye başlanması, baskının olduğu yerde direnişin de doğacağı tunç yasası gereğince kaçınılmaz vatansever direnişi de doğuracaktı. Nitekim ilk kurşun, Mondros Ateşkesinden 50 gün sonra, 18 Aralık 1918 tarihinde Hatay Dörtyol’da Mehmet Çavuş tarafından Fransız askerine sıkıldı. (*3) Ve Vatan Savaşımızın ikinci dönemi (yani Millî Mücadele- Kurtuluş Savaşı’mız) başlamış oldu. Bundan sonra Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkmasını izleyen süreçte (19 Mayıs-23 Nisan sürecinde), önce devrimci kuruluşun inşası sürecinin zeminini, düzenli ordunun kurulmasına kadar Anadolu dağlarında çoban ateşleri gibi Kuvayı Milliye direnişinin harlanması oluşturdu.

HER VATAN SAVAŞI AYNI ZAMANDA BİR İÇ SAVAŞTIR

Her vatan savaşı aynı zamanda bir iç savaştır. İşgalci emperyalistlerle savaşırken aynı zamanda emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin kışkırttığı gerici güruhla da savaş cereyan eder. Kemalist Hareket, İngiliz emperyalistlerinin ve piyonları İstanbul Hükümeti’nin çıkarttığı iç isyanları, Kuvayı İnzibatiye, Halife Ordusu, Çerkez Ethem isyanlarını bastıramasaydı Milli Kurtuluş Savaşı’mız da başarıya ulaşamazdı.

Mustafa Kemal, önce Samsun-Ankara sürecinde -biraz da Meclisi Mebusan’ı kanlı bir şekilde dağıtan İngilizler’in yardımıyla (!) Büyük Millet Meclisi’ni Ankara’da toplayıp Cumhuriyeti fiilen kurarak işe başladı. Kuvayı Milliye Batı’da Yunan ilerlemesine karşı savaşırken ve iç isyanları bastırırken Türkiye, Büyük Millet Meclisi Ordularını kurdu. Ardından son iç isyan olan Çerkez Ethem kalkışmasını bertaraf etti. İnönü Savaşları’nda Yunan ileri harekâtını durdurdu. Kurtuluş Savaşı’mızın son savunma savaşını Sakarya cephesinde 22 gün 22 gece sürerek dünyanın en uzun meydan savaşı sanını alan Sakarya Savaşı’nı kazandık. 1699’dan bu yana sürekli savunmada kalan Türklük iki buçuk asırlık “Türk ordusu taarruz edemez” inancını yerle bir etmek üzere taarruza geçiyordu. 30 Ağustos 1922 tarihinde Büyük Taarruz kazanıldı. Yunan orduları, 14 gün gibi kısa bir zaman içinde Afyonkarahisar’dan İzmir’e kadar 400 kilometreyi aşkın uzun bir mesafede darmaduman bir vaziyette Mehmetçiğin süngüsünün önünden kaçarak denize döküldü. Bir ay sonra Mudanya Ateşkesi imzalandı.

LOZAN’DAKİ KURTULUŞ SAVAŞI

Sıra barışa gelmişti.

20 Kasım 1922 tarihinde Lozan görüşmeleri başladı.

Bir tarafta TBMM temsilcileri, diğer tarafta 9 ülke (Britanya İmparatorluğu (İngilizler), Fransız Cumhuriyeti, İtalya Krallığı, Japon İmparatorluğu, Yunanistan Krallığı, Romanya Krallığı ve Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı -Yugoslavya-) temsilcileri vardı.

Görüşmeler, 86 gün boyunca kıran kırana cereyan etti.

Osmanlı borçları, Türk-Yunan sınırı, boğazlar, Musul, azınlıklar ve kapitülasyonlar üzerinde uzun görüşmeler yapıldı.

Boğazlar, azınlıklar, uyruklar, Patrikhane gibi meselelerde uzlaşma sağlandı.

Müttefik Devletlerin, genel olarak mali ve iktisadi kapitülasyonlardan vazgeçtikleri kabul edilebilir ama adlî kapitülasyonlara dair anlaşılamayan noktalar oldu. Ayrıca Batı Trakya, Gelibolu’nun silahsızlandırılması ve Musul konularında anlaşma sağlanamadı.

Taraflar, 4 Şubat 1923 tarihinde uzlaşılamayan konular hakkında hükümetleriyle görüşmek üzere Lozan oturumlarına ara verdiler.

23 Nisan 1923 tarihinde tekrar başlayan görüşmeler, 24 Temmuz 1923 tarihine kadar sürdü ve Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasıyla sonuçlandı.

Antlaşma, 5 bölüm ve 143 maddeden müteşekkildir. Öyle gizli maddeleri falan yoktur.

Görüşülen konular ve alınan kararlar, bir bakıma karşı tarafın dişlerinden söküle söküle alındı.

Türkiye-Suriye Sınırı, Fransızlarla imzalanan Ankara Anlaşması’nda olduğu gibi kabul edildi.

Irak Sınırı, Musul üzerinde antlaşma sağlanamadığı için, İngiltere ve Türkiye’nin kendi aralarında ikili görüşmelerle anlaşmaları üzerine ertelendi. Bu anlaşmazlık sonradan Musul Meselesine dönüşmüştür. Musul meselesi Türkiye lehine çözüme kavuşma şartları doğmuşken İngiliz emperyalizminin kışkırtmasıyla patlak veren Şeyh Said isyanı nedeniyle kaybedilmiştir.

Türk-Yunan Sınırı, Mudanya Ateşkes Antlaşması’nda belirlenen şekliyle kabul edildi. Meriç nehrinin batısındaki Karaağaç istasyonu ve Bosnaköy, Yunanistan’ın Batı Anadolu’da yaptığı tahribata karşılık savaş tazminatı olarak Türkiye’ye verildi.

Adalar meselesi, Midilli, Limni, Sakız, Semadirek, Sisam ve Ahikerya üzerinde Yunan hakimiyeti hususunda Osmanlı Devleti’nin imzalamış olduğu 1913 tarihli Londra Antlaşması ve 1913 tarihli Atina Antlaşması’nın adalar hakkındaki hükümleri ile 13 Şubat 1914 tarihinde Yunanistan’a bildirilen karar, adaların askeri gayelerle kullanılmaması şartıyla aynen kabul edilmiştir. Anadolu kıyısına 3 milden az mesafede bulunan adaların ve Bozcaada, Gökçeada ile Tavşan Adaları üzerindeki Türk hakimiyeti kabul edildi.

Osmanlı Devleti tarafından Uşi Antlaşması ile 1912 yılında İtalya’ya geçici olarak bırakılan On İki Ada üzerindeki bütün haklardan on beşinci maddeyle İtalya lehine feragat edildi.

Türkiye-İran Sınırı, Osmanlı İmparatorluğu ile Safevî Devleti arasında 17 Mayıs 1639’da imzalanan Kasr-ı Şirin Antlaşması’nda belirlendiği şekliyle kalmasına karar verildi.

Kapitülasyonların tamamı kaldırıldı.

Antlaşma’da “Müslüman olmayanlar” olarak belirlenen tüm azınlıklar, “Türk uyruklu” kabul edildi ve hiçbir şekilde ayrıcalık tanınmayacağı belirtildi. Batı Trakya’daki Türkler ile Gökçeada, Bozcaada ve İstanbul’daki Rumlar dışında, Anadolu ve Doğu Trakya’daki Rumlar ile Yunanistan’daki Türklerin mübadele edilmeleri kararlaştırıldı.

İtilaf Devletleri, I. Dünya Savaşı nedeniyle istedikleri savaş tazminatlarından vazgeçtiler. Bunun üzerine Yunanistan savaş suçu işlediğini kabul etti. Türkiye tazminat hakkından feragat etti ve ancak savaş tazminatı olarak Yunanistan, Karaağaç bölgesini verdi.

Osmanlı borçları, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan devletler arasında paylaştırıldı. Türkiye’ye düşen bölümün taksitlendirme ile Fransız frangı olarak ödenmesine karar verildi. Düyun-u Umumiye idare heyetinde bulunan yenik Alman ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu devletlerinin temsilcileri idare kurulundan çıkartıldı. Kurumun faaliyeti devam ettirilerek antlaşmayla birlikte yeni görevler verilmiştir.

Boğazlar, görüşmeler boyunca üzerinde en çok tartışılan konu oldu. Sonunda geçici bir çözüm getirildi. Buna göre askeri olmayan gemi ve uçaklar barış zamanında boğazlardan geçebilecekti. Boğazların her iki yakası askersizleştirildi. Geçişi sağlamak amacıyla başkanı Türk olan uluslararası bir kurul oluşturuldu. Bu düzenlemelerin Milletler Cemiyeti’nin güvencesi altında sürdürülmesine karar verildi. Böylece Boğazlar bölgesine Türk askerlerinin girişi yasaklandı. Bu hüküm, 1936 yılında imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile değiştirilmiştir. Tamamen Türkiye hakimiyetine bırakıldı.

Yabancı okulların, eğitimlerine Türkiye’nin koyacağı kanunlar doğrultusunda devam etmesi kararlaştırıldı.

Dünya Ortodokslarının dini lideri durumundaki patrikhanenin Osmanlı Devleti zamanındaki bütün imtiyazları kaldırıldı. Sadece dinî işleri yerine getirmek şartıyla ve bu hususta verilen sözlere güvenilerek İstanbul’da kalmasına izin verildi.

Osmanlı Devleti’nin Ruslara karşı İngilizleri yanına çekebilmek için 1878 yılında Kıbrıs’taki hakları saklı olmak şartıyla geçici olarak İngiliz idaresine verilen, İngilizlerin ise I. Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine 5 Kasım 1914’te ilhak ettiği Kıbrıs’taki İngiliz egemenliği kabul edildi.

Lozan Antlaşması, mevcut sınırlarımızın çizilmesini ve Ankara’nın, Türkiye’nin meşru hükümeti olarak uluslararası alanda tanınmasını sağlayan antlaşmadır.

Lozan’la yeni Türk devletinin bağımsızlığı, milli hâkimiyeti ve toprak bütünlüğü tanındı. Misakı Milli sınırlarının bölünmez bir bütün olduğu tüm dünyaya kabul ettirildi. Osmanlı’nın ezik, başı eğik, aşağılık kompleksli diplomasi geleneği tarihe karıştı. Batı ile her anlamda ve alanda eşit haklar ve ilişkiler dönemi başladı. Eğer Millî Mücadele başarıya ulaşmasa ve Lozan Barış Antlaşması imzalanmasaydı, Anadolu’da Türk varlığı yok olacaktı.

Lozan Barış Antlaşması, yeni ve bağımsız Türk Devleti’nin kuruluş belgesidir, tapusudur.

Lozan Barış Antlaşması, büyük Atatürk’ün dediği gibi “Türk milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması’yla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastın yıkılışını ifade eder bir vesikadır.”

Lozan Barış Antlaşması, gene büyük Atatürk’ün ifadeleriyle “Osmanlı devrine ait tarihte emsali görülmemiş bir siyasi zafer eseridir!”

Lozan Barış Antlaşması, bağımsızlığımızın ve milli egemenliğimizin teslimidir.

Lozan Barış Antlaşması, 1699’dan beri süregelen Batı dünyasının haçlı hedefinin, Türklüğü Orta Asya’ya sürme amacının, Milli Kurtuluş Savaşımızın granit kayalarına çarparak parçalanmasının tarihi tescilidir.

Lozan Barış Antlaşması’nın imzalandığı 24 Temmuz günü “Sulh Bayramı” olarak kabul edilmiş, her yıl bir öncekinden daha coşkulu ve heyecan içinde kutlanmıştır. 1950 yılında Demokrat Parti iktidarıyla birlikte Sulh Bayramı önemini yitirmeye başlamış, hatta neredeyse yok sayılmıştır. Bu gelişmede Lozan’ın İsmet İnönü ile özdeşleşmiş olmasının etkisi belirleyicidir. Bundan sonra Türk tarihi açısından son derece önemli ve belirleyici olan Lozan Barış Antlaşması’nın yıldönümleri ne yazık ki yeterli önemi görememekte, önemsiz değerlendirmelerle geçiştirilmektedir.

İÇ İÇE GEÇMİŞ İKİ SÜREÇ; HÜRRİYET DEVRİMİ VE BASIN BAYRAMI

24 Temmuz’un ikinci ve üçüncü anlamı, Türk basınındasansürün kalkması, kısacası gazetecilerin iki önemli gününden biri olarak Basın Bayramı’dır. Aslında Basın Bayramı ve Hürriyet Devrimi anlamları içiçe geçmiş bir süreçtir.

Dünya, 20’inci yüzyıla alt üst oluşlar ve yeniden saflaşmalar içinde girdi. Lozan’ı anlatırken belirttiğimiz gibi, İttifak ve İtilaf diye iki karşıt kutba bölünmüş emperyalistlerin hepsinin temel amacı Türk topraklarının bölüşülmesiydi.

Genç Osmanlılarca Meşrutiyeti ilan ederek Teşkilatı Esasiye’yi (Anayasa’yı) uygulayacağı sözü üzerine padişahlığa getirilen, ancak 1877-78 Osmanlı-Rus harbini bahane ederek Meclis’i feshederek koyu bir istibdat kuran II. Abdülhamit ve hükümeti, emperyalistler arasında yalpalayarak bir denge politikası güdüyordu. Koca bir kuyruklu yalan olan “Hiç toprak kaybedilmediği” iddia edilen 33 yıllık despotik döneminde Türkiye’nin yüzde 34’ü kadar büyüklükte 287 bin 410 km2 (*4) toprak kaybedildiği, Tunus’un 1881’de, Karadağ, Romanya, Bulgaristan, Sırbistan, Kars, Ardahan, Batum, Tunus, Teselya ve Kıbrıs’ın 1878’de kaybedildiği tarihi gerçeklerdendir.

1908 HÜRRİYET DEVRİMİ ARİFESİ

Osmanlı Devleti’nin “Hasta Adam” ilan edilmesinin son yıllarında, 19’uncu yüzyıl sonları ve 20’inci yüzyılın başlarında iyice dağılma emareleri belirginleşir. Abdülhamid’in baskı düzenine karşı tarihe Genç Türkler (Jön Türkler) olarak geçmiş bulunan asker-sivil aydınların kurmuş olduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti imparatorluğun her yerinde ama özellikle ve yoğun bir şekilde Avrupa topraklarında, Makedonya ve Selanik bölgesinde örgütlenmişti. Osmanlı aydını Osmanlı Devleti’nin akıbeti hakkında kaygı duyuyordu. Emperyalist devletlerin faaliyetleri ve Osmanlı Devleti üzerindeki emelleri onları vatan kaygısına sürüklüyordu. İngiltere Kralı VII. Edward ile Rus İmparatoru II. Nikolay arasında 9 Haziran 1908 tarihinde cereyan eden Reval Görüşmesi’nin ardından Osmanlı Balkanlarındaki kaynaşma son haddine ulaşır.

DENGE SİYASETİNİN ÇIKMAZLARI

Ancak örneğin Üç Vilayette (Selanik/ Manastır/ Kosova’da) Osmanlı yönetimi tamamen yozlaşmış, garip bir forma dönüşmüştü. Genel Müfettiş olarak atanan Hüseyin Hilmi Paşa’nın yönetiminde, yabancı (Avusturyalı, Rus ve Fransız) subaylarından oluşan bir müşavirler heyeti vardı. Bulgar, Sırp, Karadağ ve Yunan çetelerinin gerilla grupları bölgeyi kaosa boğmuşlardı. Gerginlik son haddinde ipleri koparacak dereceye yükselmişti. Osmanlı sarayı ise Avrasya ile Atlantik arasında bocalayan ve yalpalayan bugünkü Erdoğan yönetimi gibi denge siyaseti güdüyordu. İngiliz taraftarlığı, Alman taraftarlığı desiseleri içinde güncel durumu kurtarma peşindeydi. Geniş bir alana yayılmış 295 bin kişilik ordu ilk anda kuvvetli bir dayanak gibi gözüküyordu ama Osmanlı ordusu perişan haldeydi; gerillaların bile üstesinden gelemiyordu. Silah, teçhizat çok ilkel ve yetersizdi. Donanma Haliç’te çürümüştü. Kıpırdayacak mecalden yoksundu. İngiltere Kralı VII. Edvard ile Rus Çarı II. Nikola arasında geçen Reval olayı, topraklarımız üzerindeki emperyalist anlaşmazlıkların bir karar safhasına geldiğini ortaya koymuştu.

Vatansever Osmanlı devlet adamları ve aydınlar da bu gidişatın bilinciyle kıvranıyor, çareler düşünüyorlardı. Bu buluşma olayı Osmanlı ülkesinde derin bir heyecan ve huzursuzluk yarattı. 1898 yılında Abdülhamit despotizmine karşı mücadele etmek üzere kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi vatanseverlerden -Reval buluşması üzerine üç gün uyuyamadığı söylenen- 1897 Türk-Yunan savaşındaki kahramanlıkları dillere destan olan ve başındaki kasketinde “Millet fedaisi” yazan, anılarının mukaddimesinde, Jöntürkler’in (Genç Türkler’in) kültürel, siyasal ve ideolojik beslenme kaynakları bakımından “Siyaset istikametinde Mithat Paşa’nın, edebiyat sahasında Şinasi’nin, millet yolunda Namık Kemal’in çocukları” olduklarını belirten Resneli Niyazi 3 Temmuz’da birliğini yanına alarak dağa çıktı ve Hürriyet Devrimi isyanını başlattı. İsyana Reval buluşmasının neden olduğu ileri sürülür. Ancak Niyazi Bey, Ohri makamlarına gönderdiği 3 Temmuz tarihli bildiride isyanın sebebini, “son yıllarda anavatanımızda sürmekte olan haksızlıklar ve eşitsizlikler”le mücadele etmek, “… ve hükümeti 1293 (1876) Anayasası’nı geri getirmeye zorlamak” olduğunu belirtiliyordu. (*5)

Niyazi Bey’in silahlı isyanından itibaren 21 gün içinde olaylar hızla gelişti. Padişah, 24 Temmuz 1908 tarihinde Meclis’i toplantıya çağırmak, 1876 Anayasası’nı yeniden yürürlüğe koymak zorunda kaldı. 150 yıllık Milli Demokratik Devrim tarihimizin ikinci radikal ve büyük hamlesi olan 24 Temmuz tarihimize Hürriyet Devrimi olarak geçmiştir.

24 Temmuz, 2’inci Abdülhamid’in, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nda gösterilen basiretsizlik ve başarısızlıkların hesabının Meclis’te sorulmasını bahane ederek Meclis-i Mebusan’ı kapatması ve 1’inci Meşrutiyet Devrimi’ni tasfiye etmesi, 33 yıllık istibdat dönemini başlatmasıyla birlikte ülkede uygulanan korkunç sansürün kalkmasının 117’inci yıldönümüdür.

Türkiye’nin gazetecilik tarihinde önemli bir yeri olan 24 Temmuz tarihi, Gazetecilik ve Basın Bayramı olarak kutlanıyor. Türk basınında sansürün kaldırılması olarak kutlanan Gazeteciler ve Basın Bayramı’nın tarihi aynı zamanda 33 yıllık bir mutlak monarşi istibdadının da yıkılış tarihidir.

Osmanlı’da gazeteler Sansür Kurulunun incelemesinden geçtikten sonra yayınlanabilirdi. Türk basınında sansürün ilk uygulanmaya başladığı tarih 10 Mayıs 1876 tarihidir. 24 Temmuz 1908 Jön Türk Devrimi’nden sonra bu uygulamaya son verilmesi, basın tarihimizde “Sansürün kaldırılması” olarak adlandırıldı. 10 Haziran 1946 tarihinden beri Türkiye Gazeteciler Cemiyeti önderliğinde verilen kararla 24 Temmuz Gazeteciler Günü ve Basın Bayramı olarak kutlanmaya başlandı.

Tüm meslektaşlarımızın gününü ve Basın Bayramlarını Yenigün ailesi olarak en içten duygularla kutlarız.

Ve aynı zamanda 33 yıllık Abdülhamid istibdadının yıkılışı, 1908 Hürriyet Devrimi (Jön Türk Devrimi’nin) 117’inci yıldönümünü bugün daha bilinçli ve tarihi çerçevesi içinde algılıyoruz.

Kaynaklar:

(*1) Özay şendir, Milliyet,

(*2) Çankaya, Falih Rıfkı Atay, s. 121

(*3) Dörtyol Kaymakamlığı

(*4) Mahmut Bolat, 1876-1914 Arası Osmanlı Devleti Dış Politikasının Genel Bir Değerlendirmesi, Ahi Evran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, s. 20- 

Teyit.org, Türk Tarih Kurumu Eski Başkanı tarihçi Yusuf Halaçoğlu

(*5) Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki 1908-1914, Kaynak Yayınları, 4. Basım Ekim 1995, s. 20-21

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.