
Neriman Şimşek Mıhladız…
Eğitimci kökenli bir araştırmacı yazar…
Küçük yaşlardan itibaren yakınlarından ve çevreden derlediği ve araştırma-incelemelerinden elde ettiği donelerle emekli olduktan sonra dört kitap birden sahibi olmuş. Bu başarının hikayesini Kıvılcım ve Yenigün’e anlattı.

Önce eserleri üzerine görüşlerimizi belirtelim. Ardından sorularımızın cevaplarını alalım.
Mıhladız konuları ve karakterleri birbirini izleyen Pelit Ekmeği, Mısır Ekmeği, Buğday Ekmeği ve ilimizin 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşımız yıllarını işleyen eseri Sevda Çisentisi adlı dört kitap sahibi.
Romanlar, Emekli Eğitimci Neriman Şimşek Mıhladız’ın çocukluğundan itibaren biriktirdiği kişisel “köklerine” dair bilgilerle yazdığı, tarihî ve kültürel derinliği olan eserler. Romanların temelinde, Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanı (1831-1839) gibi önemli bir tarihî olay yer alıyor ve hikâye, bu isyana bir şekilde karışan ve bir şekilde kurtulan ve isyandan kaçarak Osmanlı topraklarına sığınan Molla Alı adlı bir karakterin etrafında şekilleniyor. Molla Alı’nın, Nil kenarında zengin bir yaşamdan firar ederek Konya’daki bir Türkmen köyüne sığınması, ardından kocası savaşta şehit olmuş dul bir kadınla, Ayşa ile evlenip 65 yaşında ikiz dört çocuk sahibi olması, dramatik ve ilgi çekici bir anlatının habercisi oluyor. Molla Alı, yazarımızın dedesidir.
Tarihî ve kültürel zenginlik bakımından bir değerlendirme yapacak olursak, romanlar, Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanı gibi Osmanlı tarihinin kritik bir döneminden hareket ediyor. Bu, hikâyeye tarihî bir arka plan sağlayarak okura hem dönemin siyasi çalkantılarını hem de kültürel dinamiklerini anlama fırsatı sunuyor. Molla Alı’nın Mısır’dan Konya’ya uzanan yolculuğu, farklı coğrafyalar ve kültürler arasında bir köprü kuruyor. Türkmen köyü, Osmanlı’nın kırsal yaşamına dair otantik (özgün ve hakikatlerle dolu) bir pencere açabilmektedir.

Karakter derinliğine gelince, Molla Alı’nın hikayesi, sıradan bir firar öyküsünden çok daha fazlasını vadediyor. Zengin bir Arap, Nil kıyısında köleler ve cariyelerle dolu bir yaşamdan, Türkmen köyündeki mütevazı ve fakir bir hayata geçiş yapıyor. 65 yaşında çok genç ve dul bir kadınla evlenmesi ve iki ikiz bir tek (yani beş) çocuk sahibi olması hem olağanüstü bir durum hem de karakterin yaşamındaki dramatik dönüşümün bir göstergesi. Bu, yazarın insan ilişkileri ve aile bağları (aynı zamanda kendi öz kökeni) üzerine derinlemesine bir inceleme ve araştırma yaptığını göstermektedir.
Neriman Şimşek Mıhladız’ın çocukluğundan beri ailevi kökenlerini araştırarak biriktirdiği verilerden yola çıkması, romana otobiyografik ve kişisel bir tat katıyor. Bu, hikâyenin samimiyetini ve realizmini artırmaktadır. Yazarın emekli eğitimci olması, anlatımda pedagojik bir hassasiyet ve tarihî olayları okura aktarmada (gramer olmasa da) ustalıklı bir anlatım kullanmasını beraberinde getirmiş.Roman, göç, aidiyet, kültürler arası geçiş, hayatta kalma ve yeniden başlama gibi evrensel temalarla harmanlanmış.
Molla Alı’nın firar etmesi, yeni bir topluma uyum sağlaması ve ileri yaşta aile kurması, direnç ve umut temalarını öne çıkarmaktadır. Ayrıca, Türkmen köyü ile Mısır arasındaki kültürel kontrast, farklı hayat tarzlarının kesişimini gözler önüne sermektedir. Türkmenlerin canhıraş çalışma tarzlarıyla Molla Alı’nın tembel, çalışmaya karşı, uyuşuk, hımbıl hayat anlayışındaki çelişkinin sertliği romana ayrı bir tat katmış.
Roman, göç, aidiyet, kültürler arası geçiş, hayatta kalma ve yeniden başlama gibi evrensel temalarla harmanlanmış. Molla Alı’nın firar etmesi, yeni bir topluma uyum sağlaması ve ileri yaşta aile kurması, direnç ve umut temalarını öne çıkarmaktadır. Ayrıca, Türkmen köyü ile Mısır arasındaki kültürel kontrast, farklı hayat tarzlarının kesişimini gözler önüne sermektedir. Türkmenlerin canhıraş çalışma tarzlarıyla Molla Alı’nın tembel, çalışmaya karşı, uyuşuk, hımbıl hayat anlayışındaki çelişkinin sertliği romana ayrı bir tat katmış.
Molla Alı’nın 65 yaşında ikiz beş çocuk sahibi olması, biyolojik olarak dikkat çekici ve hikâyeye dramatik bir boyut katıyor. Bu durum, dönemin toplumsal normları ve aile yapısı hakkında da ipuçları vermektedir. Ayrıca, “Pelit Ekmeği”, “Mısır ekmeği” ve “Buğday ekmeği” gibi metaforik isimlerin kıtlığı temsil ettiği, ayrıca tarihi ve toplumsal sürecin sürekli iyiye, güzele ve refaha doğru gidişinin bir ifadesi olmuş.

Romanın tarihî bir isyandan köye uzanan geniş bir coğrafi ve kültürel yelpazeyi kapsaması, anlatımın akıcılığı açısından bir risk taşıyabilirdi. Ama yazarın, tarihî detaylarla karakter odaklı hikâyeyi dengede tutması önemli olmuş.
Molla Alı’nın Arap kökenli bir karakter olarak Türkmen köyüne adaptasyonu, kültürel farklılıkların nasıl işlendiğine bağlı olarak çok güçlü veya klişe bir anlatıya dönüşebilirdi. Ancak yazar bunu beceriyle önlemiş. Yazar bu konuda derin bir araştırma yaptığını belirtiyor, bu yüzden otantik bir portre çizmesi mümkün olmuş.
“Pelit Ekmeği”, “Mısır ekmeği” ve “Buğday ekmeği” isimleri, hikâyenin ana temasını ve sembolizmini yansıtmaktadır. Pelit (meşe palamudu), kırsal yaşamda özellikle Osmanlı toplumunda 16’ıncı yüzyıldan sonraki ekonomik üretim buhranları ve kıtlık zamanlarında un yerine kullanılan bir malzeme olarak bilinir. Bu, Molla Alı’nın yeni hayatındaki zorluklara veya dayanıklılığa işaret ediyor. Mısır da halkın fazla rağbet ettiği bir temel gıda türü değildir. Ardından buğday gelince toplumsal ve ekonomik şartların refaha doğru meylettiğinin bir ifadesi olmuş.
“Pelit Ekmeği”, “Mısır ekmeği” ve “Buğday ekmeği”, birbirini izleyen hayatlar zemininde tarihî bir arka planla kişisel bir hikâyeyi harmanlayan, kültürler arası geçiş ve yeniden başlama temalarını işleyen potansiyel olarak güçlü, birbirine bağlı bir üçlü roman. Neriman Şimşek Mıhladız’ın kökenlerine dair uzun soluklu araştırması, esere hem kişisel bir derinlik hem de tarihî bir zenginlik katıyor. Molla Alı’nın sıradışı hayat hikâyesi, okuru hem duygusal hem de entelektüel olarak etkileyebilecek bir potansiyele sahip. Ancak, romanın başarısı, tarihî detaylarla karakter gelişiminin dengelenmesine ve kültürel unsurların otantik bir şekilde sunulmasına bağlı. Yazar, bu unsurları ustalıkla işlediğinden, iyi bir çalışma ve tanıtımla “Pelit Ekmeği”, “Mısır ekmeği” ve “Buğday ekmeği” Türk edebiyatında dikkat çekici bir yer edinebilir.

Osmanlı’nın vergi rant sistemi ve asker toplama pratikleri, Türkmen kitlelerini hem ekonomik hem de fiziksel olarak tüketiyor. Ayrıca feodal monarşinin aşiret demokrasisine az çok bağlı Türkmenlere sürekli yerleşikliği dayatması tarih boyunca askeri demokrasi hayatının sürekli zararına işlemiş bir süreçtir. Roman, bu sömürünün sadece maddi olmadığını, aynı zamanda Türkmenlerin kültürel ve sosyal dokusunu da yok ettiğini vurguluyor. Türkmenlerin “aşağılanması”, hâkim sınıfın onları “ikinci sınıf” tebaa olarak görmesinin bir yansıması. Bu gerçeklik, romanda Molla Alı’nın Türkmen köyüne sığınması ve orada karşılaştığı toplumsal dinamikler üzerinden işleniyor.
İskân politikalarının dramı anlatılırken Göçebe Türkmenlerin yerleşik düzene zorlanması, onların özgür yaşam tarzlarının sonunu getiriyor. Bu süreç, romanın ana temalarından biri olarak, Türkmen kitlelerinin yaşadığı travmayı ve aidiyet krizini merkeze alıyor. Molla Alı’nın Mısır’dan firar ederek bu köye sığınması, onun da bir “yabancı” olarak Türkmenlerin bu dramına dahil olmasını sağlıyor. Bu, romanın evrensel bir göç ve adaptasyon hikâyesi sunmasına olanak tanıyor.
Molla Alı’nın kişisel hikâyesi ve dramatik unsurlarına gelince, Molla Alı’nın hikâyesi, romanın mikro düzeyde bireysel bir portre sunarken, makro düzeyde Osmanlı toplumunun çelişkilerini yansıtıyor. Mısır’da zengin bir yaşam süren, Nil kenarında köleleri ve cariyeleri olan Molla Alı’nın, Osmanlı’nın toplumsal ve siyasal bir zafiyeti olan Kavalalı isyanından kaçarak Konya’daki bir Türkmen köyüne sığınması, onun dramatik bir dönüşüm geçirdiğini gösteriyor. Bu dönüşüm, sadece coğrafi değil, aynı zamanda sosyal ve duygusal bir yolculuk. Molla Alı’nın 65 yaşında dul bir kadınla evlenmesi ve ikiz üç çocuk sahibi olması, hikâyeye olağanüstü bir boyut katıyor. Bu durum, dönemin toplumsal normlarına meydan okuyan bir detay olarak dikkat çekiyor. İleri yaşta çocuk sahibi olması hem biyolojik olarak merak uyandırıcı hem de Molla Alı’nın hayata tutunma çabasını simgeliyor. Bu, onun dirençli ve umut dolu bir karakter olduğunu gösteriyor.
Molla Alı’nın Mısır’dan Türkmen köyüne firarı, göçmenlik ve yeni bir topluma uyum sağlama temalarını öne çıkarıyor. Onun “yabancı” kimliği, Türkmen kitlelerinin Osmanlı düzeninde yaşadıkları kimlik krizine paralel bir anlatı sunuyor.

Osmanlı’nın Türkmenleri hem vergi rantıyla hem de askere alarak sömürmesi, Molla Alı’nın kişisel mücadelesiyle kesişiyor. Onun ileri yaşta yeniden aile kurması ve tarla husumetiyle mücadele etmesi, bireysel direncin bir sembolü.
Molla Alı’nın iki evliliği ve çocukları, hayata tutunma ve yeniden başlama arzusunu temsil ediyor. Özellikle yaş farkına rağmen ikinci evliliğinden çocuk sahibi olması, umut ve yaşam döngüsünün devamlılığına dair güçlü bir mesaj veriyor.
Tarihî detaylarla bireysel hikâyenin dengelenmesi zor bir iş. Eğer tarihî arka plan çok ağır basarsa, karakter odaklı anlatı gölgede kalabilir. Ancak yazar bu dengede hassas davranmış.
Türkmenlerin aşağılanması veya Molla Alı’nın “yabancı” statüsü, eğer dikkatli işlenmezse klişe bir anlatıya dönüşebilirdi. Yazarın bu temaları özgün bir şekilde ele alması kritik.
Sonuç olarak romanlar, Osmanlı toplumunun feodal yapısının Türkmen kitleleri üzerindeki yıkıcı etkilerini, Molla Alı’nın dramatik ve sıradışı hayat hikâyesiyle harmanlayan, tarihî ve sosyolojik derinliği olan bir roman. Neriman Şimşek Mıhladız’ın kökenlerine dair araştırmaları, esere otantiklik ve kişisel bir dokunuş katarken, Molla Alı’nın firar, evlilikler, çocuk sahibi olma ve tarla husumeti gibi olaylarla dolu hayatı, hikâyeyi duygusal ve gerilimli kılıyor. Romanda, göç, sömürü, direnç ve yeniden başlama gibi temalar ustalıkla işlenmiş.
“Sevda Çisentisi” adlı eser, tarihî roman türünde, Osmanlı’nın son dönemi ve erken Cumhuriyet yıllarında, Teke yöresinde geçen bir hikâyeyi ele almış. Roman, tarihî olayları ve toplumsal dinamikleri bir aşk hikâyesi etrafında ustalıkla işleyerek hem bireysel hem de kolektif dramaları gözler önüne seriyor.
Roman, Osmanlı’nın son döneminde bir kasabanın (Burdur’umuzun) etnik ve dini çeşitliliğini (Rum, Ermeni, Müslüman Türk) yansıtarak, dönemin toplumsal yapısını gerçekçi bir şekilde betimliyor. Hristiyan azınlıkların ekonomik üstünlüğü ile Müslüman Türklerin yoksulluğu arasındaki şiddetli çelişki, sınıf farklarını ve toplumsal gerilimleri vurgulayan güçlü bir zemin oluşturuyor.
1914 Burdur depremi, İtalyan işgali ve Mustafa Kemal’in bağımsızlık mücadelesi gibi tarihî olayların hikâyeye entegre edilmesi, romana özgün bir atmosfer katıyor. Özellikle İtalyan bayrağının indirilmesi gibi vatanseverlik sahneleri, millî duyguları kamçılayarak harekete geçiren güçlü imgeler sunuyor.
Rum kızı Maria ile Müslüman Türk delikanlısı Yiğit’in aşkı, etnik ve dini farklılıkların gölgesinde işlenerek romana duygusal bir derinlik kazandırıyor. Bu sevda, bireysel arzularla toplumsal çatışmalar arasındaki gerilimi ustalıkla yansıtıyor.
Roman, sadece bir aşk hikâyesi değil; aynı zamanda bir kasabanın tarihî dönüşümünü, azınlık-çoğunluk ilişkilerini, savaşın ve işgalin etkilerini ve bağımsızlık mücadelesini ele alıyor. Bu çok katmanlılık, eseri zengin ve etkileyici kılıyor.
Romanın, millî mücadele ve İtalyan işgali gibi temaları işlerken, duygusal tonun ağır basması durumunda tarihî gerçekçilikten uzaklaşma riski önlenememiş. Çünkü duygusal ve milli ton ustaca dengelenememiş. Özellikle Maria ile Yiğit’in aşk hikâyesi, tarihî olayları gölgede bırakacak derecede öne çıkarılmış.
Ayrıca kitapta Milli Bağımsızlık Savaşı’na karşı çıkan, Ankara Hükümeti’ni ve Bağımsızlık Savaşını boğmak için (Anzavur, Halife Ordusu gibi) İngiliz altınlarıyla çeteler örgütleyen ve finanse eden, sonuçta da Milli Mücadele’nin başarısıyla hesap sorulmasından korkarak İngiliz emperyalizmine sığınan son Osmanlı Padişahı Vahdettin’in Mustafa Kemal’i Milli Mücadele için Anadolu’ya gönderdiği gibi tarihi anakronik bir hata da işlenmektedir.
Etnik ve dini farklılıkların vurgulandığı bir romanda, karakterlerin stereotiplere (hepsinin aynı olduğu varsayımına) indirgenme riski her zaman mevcuttur. Örneğin, Hristiyan azınlıkların “zengin ve ayrıcalıklı”, Müslüman Türklerin ise “fakir ve mazlum” olarak tasviri, eğer incelikle işlenmezse, tek boyutlu bir portre çizebilir. Yazar bu durumu özellikle önlemiş.
1914 Burdur depremi ve İtalyan işgali gibi olayların gerçekçi tasviri övgüye değer, ancak kurgusal unsurların (örneğin, Maria ve Yiğit’in aşkı) tarihî gerçeklere baskın gelmesi, eserin tarihî roman kimliğini zayıflatmış.
“Sevda Çisentisi”, tarihî roman türünde hem duygusal hem de millî temaları harmanlayan, zengin bir anlatı sunuyor. Teke yöresinin kültürel ve tarihî dokusunu, 1914 Burdur depremi ve İtalyan işgali gibi dönüm noktalarıyla işleyerek, okura hem tarihî bir yolculuk hem de dokunaklı bir aşk hikâyesi vadediyor. Maria ile Yiğit’in aşkı, etnik ve dini farklılıkların gölgesinde, toplumsal dönüşümün bir metaforu olarak işlendiğinden romanın duygusal ve entelektüel etkisi oldukça güçlü olmaktadır. Ancak, tarihî gerçekçilik ile kurgusal romantizmin dengelenmesi ve karakterlerin derinlemesine işlenmesi, eserin başarısını daha da artıracaktır. Ama aşk hikayesine yoğunlaşılması tarihi ve toplumsal olayları gölgede bırakmış.
Öncelikle Yenigün okuyucularına kendinizi tanıtır mısınız?

1960 yılında doğdum. Yedi çocuklu bir ailenin en büyük çocuğuyum. İlk, orta ve liseyi Burdur’da okudum. 1977 Isparta Eğitim Enstitüsü FKB 2. sıradan kazanarak girdim .1982 yılında Burdur Kız Meslek Lisesi’ne tayinim çıktı. Kız Meslek’te çalışırken Anadolu Üniversitesi Fizik bölümünü bitirdim. Köyümün ilk öğretmen olan kızıyım.
1992 yılında Türk Eğitim Sen’in kuruluşunda kurucu üye olarak çalıştım. Burdur il merkezinde birçok okulda görev aldım. Rehberlik servisinde Okul Rehber Öğretmeni ve Danışman olarak çalıştım ve deprem formatörlüğü yaptım.
Fen Bilgisi öğretmeni olmamdan dolayı il merkezinde değişik yarışmalarda ödül aldım.
Mehmetçik İ. Ö. Burdur çayının düzenlenmesi, deprem salıncağı gibi deneysel projeler yaptım. Ülke çapında yapılan “Benim Eserim” yarışmasına üç proje ile girerek Antalya’daki ve Ankara’da elemeye katılarak ödül aldım.
Öğretmen olarak çalışırken çok sayıda sosyal faaliyetlerde bulunarak programlar hazırladım. Tiyatro eserleri yazarak öğrencilerimin sergilemesini sağladım. 24 Kasım Öğretmenler Günü’nde ilin öğretmeni seçilerek Ankara’da Burdur’umuzu temsil ettim .2006 yılında tüm öğretmenler adına veda konuşması ile öğretmenlik hayatıma nokta koydum. 2015 yılına kadar oğlumla giyim mağazası çalıştırdım. 2009 yılından itibaren Burdur Yenigün gazetesinde ve Antalya yeni yüzyıl gazetesinde köşe yazarlığı yaptım. Değişik dergilerde yazılarım yayınlandı. 2020 yılından itibaren de kitap yazıyorum. Kitaplarımda Neriman Şimşek Mıhladız adını kullanıyorum aileme olan vefa borcumu ödemek için. Pelit Ekmeği, Mısır Ekmeği, Buğday Ekmeği ve Sevda Çisentisi adında kitaplarım var. Dört yıldır değişik yerlerde söyleşileri katılıyorum.
Amacım kültürel aktarımı sağlamak. Geçmişle gelecek arasında köprü oluşturmak. Pelit ekmeği kitabımın gelirini şehit ailelerinin çocuklarına bağışladım. Şimdi ise tüm kitaplarımın gelirini dağıtıyorum. Atatürk’e ve Kurtuluş Savaşında mücadele eden büyüklerime yazarak borcumu ödemek istiyorum. Bana bu yolda destek olan rahmetli Muharrem Tuncel Bey’e ve rahmetli İsa Kayacan Bey’e minnettarım. İLESAM üyesiyim.
Evliyim. Eşim Ramazan Mıhladız. İki çocuğum üç Torunum var.
- Bildiğim kadarıyla siz sayısal (Fen Bilgisi) öğretmenisiniz. Edebiyatla ilişkiniz nasıl gelişti?
Fen Bilgisi öğretmeni olmak hayatıma sorgulamayı getirdi. Biz deney yaparken nasıl, neden, neye göre, hangi şartlarda gibi sorular soruyorduk. Nasıl, neden, niçin gibi sorularla detaya iniyorduk. Fenci önce sorgulayandır. Ve olayları kendi zamanında değerlendirebilir. İlk defa ilkokula giderken bir arkadaşımız trafik kazasından ölmüştü. Herkes başka şey konuştu, üzüldü, benim ilgimi çeken ise eski kendinin olmayan ayakkabıları idi. Birde suçluluk duygusunu ilk onda duymuştum. Tüylü potlarım vardı. Dokunmak istemişti, ben kirletirsin diye dokundurtmamıştım. Bu bana çok yük oldu. Sınıfımı tam hatırlamıyorum, onun için bir yazı yazıp öğretmenime vermiştim. Belki de ilk günah çıkartmamdı. Sonra ilkokul 4. sınıfta komşu kızı okul arkadaşımı erkek kardeşi öldürmüştü. Tüfekle vurarak. Onun da hikayesini yazmıştım. Aynı zamanda günlükte tutmaya başlamıştım. Geçişim sanırım böyle oldu.
- Sizce yazarın meramı-amacı ne olmalıdır?
Kendimi yazar olarak görmüyorum. Şimdiye kadar yaptığım da bana anlatılanları duygu seli içinde kâğıda dökmek oldu. Bu sorunun cevabını edebiyatçılar verir. Ama benim aktarımdaki amacım büyüklerimin yaşadıklarını herkesin bilmesidir.
- Sizce yazarın itici kuvveti, çok okunmak mıdır yoksa çok yaşanmışlıklar mıdır?
Bence ikisinin de etkisi vardır. Kendi adıma ortalama 4 bin kitap okumuşumdur. Her türünden. Büyüklerimin yaşantılarını dinleyerek büyüdüm. Duyduğum bazı kelimeler beni derinden etkiledi. Örneğin, pelit. Ben Burdur’a geldiğim zaman üç yaşındaymışım. Köyden gelenler oldu mu, onlara takılıp gitmek için ağlar sızlanırdım. Babaannem köydeydi. Belki de hayatımda beni seven koruyan kollayan tek insandı. Burdur’dan otobüsle Çavdır’a kadar gider, oradan da askeri cipler gibi bir araçla köye giderdik. Köye giderken Kozağaçlılar da araca biner binmez başlarlardı “pelitçi” diye dalga geçmeye. Ben çok kızar, aklıma ne gelirse söylerdim ama için için de çok üzülürdüm. Neden “pelitçi” diyorlar diye. Sorardım anlatılanları anlamazdım. Biz de her şey vardı, onlar neden pelit yemişler diye yiyenlere kızardım.
Konuyu dağıttım sanırım.
Her ikisi de etkili. Ama yaşanmışlıklar duygu bakımından daha baskın oluyor gibi.
- İlk üç eserinizin kurgusu ekmek üzerine yapılmış. Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyılın başlarındaki Mısır Valisi Kavalalı ayaklanmasından başlayarak Milli Kurtuluş Savaşımıza kadar gelen tarihsel ve toplumsal olayları ekmek, açlık, yokluk zemininde işlemişsiniz. Niçin ekmek üzerinden gittiniz?
Benim büyüklerimin en büyük sıkıntısı açlık olmuş. Neredeyse 10 yıl bir deri bir kemik hayatta kalma savaşı vermişler. Dağlardan topladıkları pelitle hem kendileri hem hayvanları beslenmiş. İnsanın en büyük ihtiyacı bir nefestir. Nefes alıyorsan su istersin, sonra da karnını doyurmak. Açlık en büyük çaresizliktir. Bunu anlatan büyüklerim. Erkekler askerde. Kadın ve çocuklar açlıkla yoksullukla savaş veriyor. İnsanların %70’nin köylerde olması doğayla iç içe yaşaması, açlıktan ölümü kitleler halinde ölümü getirmemişse… Şimdi beton binalarda olsa, neler olur düşünmek bile istemiyorum.
Pelit ekmeği çok da yenilecek bir şey değil. Ama yemişler. Babaannem “köpeğe versen yemezdi, tespit gibiydi, biz yiyorduk” derdi.
Ağa kızı olmasına rağmen tespit yemişler o da bazen haftada bir.
- Yazarken kendinize koyduğunuz en net ve somut ilke neydi?
Kesinlikle yalan yanlış şeyler yazmak istemiyordum. Bana anlatılanları mantığım almadığı zamanlar PDF dosyalarını araştırdım, okudum onlarcasını. Akademik yayınlar varsa onları okudum. Örneğin Sevda Çisentisi kitabımda komşularımın anlattığı bazı şeyleri kitaplardan buldum doğruluğunu tespit ettikten sonra yazdım. Çok sayıda insanla sohbet ettim.
Aklımın almadığı belgelerle sabit olmayan hiçbir şeyi yazmadım. Acıda olsa gerçekleri yazmak gerekir diye düşündüm.
- Okurun bu kitaplarınızdan alacağı en somut fayda ne olabilir?

Geçmiş ile aralarında köprü olmak istiyorum. Okullara söyleşilere gidiyorum. Yaşanmışlıkları anlattığım zaman kimse inanmıyor. Ocakları aydınlanıyorlarmış diyorum. Elektrik yok mu diyorlar. Çırayla gece yürüyorlarmış diyorum fener yok mu diyorlar.
Geçmişin gerçeklerini görsünler, ders alsınlar istiyorum.
- Kitaplarınız kimlere ya da hangi toplumsal-sınıfsal kesimlere sesleniyor?
Kitaplarımı öncelikle orta okul lise öğrencileri okusun istiyorum. Kitaplarımı okurken sorgulasınlar, yargılasınlar, hayattan ne beklediklerini, yaşama nasıl tutunacaklarını görsünler istiyorum. En büyük yaşam kaynağı doğaldır. Hayatta her türlü kalınacak yer doğaldır, bunu da öğrensinler istiyorum.
- Kitaplarınızın kaç baskı yapması “başarı” sayılır?
Kitaplarımın baskısında ziyade örneğin YKY gibi kurumsal yerler sahip çıksın. Üç dört editöre okutarak öğrencilere, okullara gerekirse dağıtılsın yeter ki okunsun istiyorum.
Kitaplarımda aynı zamanda kültürel yaşantıyı da aktarıyorum. Örneğin kuyucuk oyunu… Yörüklerin üreticilerden başka kendi zekâ oyunlarının da olduğunu gösteriyorum.
- Kıvılcım ve Yenigün izleyici ve okuyucularına ve Burdur halkına son bir mesajınız var mı?
Bana kendimi anlatma fırsatı verdiğiniz için önce size çok teşekkür ederim arkadaşım. Yenigün gazetesi benim ilk gözümü açtığım yaklaşık 10 yıl köşe yazılarımı paylaştığım yer. Bana bu şansı veren rahmetli Muharrem Tuncel Bey’e minnettarım. Kitaplarımın kaynaklarını köşe yazılarından etkilenip bildiklerini paylaşan kıymetli okurlarım da oldu. Örneğin Akçalı Çiftliği gibi…
Burdur doğduğum, büyüdüğüm, kısmete varsa öleceğim şehrim. Taşını toprağını kireçli suyunu seviyorum. Bugün bunları yazabiliyor konuşabiliyorum. Hepsini Ulu Önder Başbuğ Atatürk’e borçluyum. Kadın olarak elimden geleni yapmaya çalışıyorum. İstenmeden verilen hakların kıymetini biliyorum. Yaşadığım bu hayatı Cumhuriyet’e ve Atatürk’e borçluyum. Denizde bir damla su gibiyim. Denizde bir damla su gibiyim, ödemeye çalışıyorum
Kıymetli arkadaşım Fatih Özcan ve KıvılcımHaber’e tekrar teşekkür ederim.

- Emekli bir öğretmenin başarı hikayesi
- MAKÜ’de Öğretmenler Günü kutlaması
- TDV’den Öğretmenler Günü’nde öğretmenlere ve öğrencilere anlamlı hediye
- Papa ve Bartholomeos’un ‘ekümenik’ toplantısına tepki
- ANTGİAD’dan “Başarı ve Batış Hikayesi” Üzerine Çok Özel Bir Söyleşi

