3 Aralık Dünya Engelliler Günü yaklaşırken engellilik kavramı ve toplumumuzdaki engelliye politik, düşünsel ve akademik yaklaşım konusunda ulaştığımız aşamayı gözler önüne seren güzel bir yazıyla karşılayalım Günü.

Engellilik, hastalıkla tanımlanamaz.  Aksi takdirde kavramın içeriği bulanıklaşır, sorunu çözümsüzlüğe mahkûm eder. Bu ise tehlikelidir. Bu tutum, toplumsal bütünleşmeye hizmet etmeyen, engelliyi ayrıştıran çağdışı bir tutum olduğu için tehlikelidir.

Başak Işın Çetin’in dediği gibi, Avrupa’da sanayi devriminden beri engelli sorununun çözümünde en ideal modeli uygulamaya yönelik akademik tartışma yoğunlaşarak sürüyor. Bu çalışmalarda sorun, engelli bireyin fonksiyon kaybına değil, toplum eksenli ele alınması gerektiği vurgulanmaktadır. Bu modelde yetersizliğin varlığı reddedilmemektedir. Bu yetersizliğin bir sorun olarak yaşanmasının kaynağı engelli birey değil, gerekli hizmetleri sunamaması ve engellilerin ihtiyaçlarını dikkate almaması bağlamında toplumda aranmaktadır.  Bu modelde engellilik, siyasi olarak bir insan hakları sorunu olarak görülmektedir; sosyal değişim gerektiren düşünsel, ideolojik ve politik bir konu olarak ele alınmaktadır.

Ülkemizde ise maalesef daha sorunun adını bile koyamadık. Önce ‘sakat’, sonra ‘özürlü’ dedik ve nihayetinde ‘engelli’ye bağladık işi. Ancak hâlâ hangisinin politik olarak doğru bir tanımlama olduğunu kestiremiyoruz. Akademik çalışmaların azlığı nedeniyle üzerinde uzlaşmanın sağlanamadığı, herkesin kendi siyasal ve sınıfsal aidiyetine göre tanımladığı engellilik, bürokratların elinde ise iyice tanınmaz hale geliyor maalesef. Ülke olarak başta BM olmak üzere uluslararası otoritelerin engellilere dair ilgili aldığı kararları destekliyor ve onlarla birlikte hareket ediyor gibi dursak da Avrupa’yla kıyaslandığında gelişme hızımız ciddi karamsarlık yaratıyor. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinde dahi engelliler hâlâ büyük sorunlar yaşarken, bizim gibi gelişmekte olan ya da az gelişmiş ülkelerde marjinal, ‘aşağı’ bir grup olmanın ötesine geçemiyor engelliler. Dünya Bankası’nın raporuna göre dünya nüfusunun yüzde 15’ini, yani bir milyarı aşan nüfusuyla dünyanın en büyük azınlık grubunu oluşturuyor. Hâkim küresel sistemin uygulamaları nedeniyle eğitim, istihdam, kültür ve sanat çalışmalarının içerisinde doğru dürüst yer alamıyor, sosyal dışlanmışlık ve uyumsuzluğun zirvesinde yer alıyorlar. Dışlayıcı ve her türlü fırsat eşitliğinden uzak uygulamaların merkezinde bırakılmış durumdalar.

ÇARESİZLİK VE MÜCADELE

Özellikle bu köşeden seslenmeye başladıktan sonra, engelliler ve aileleri tarafından devamlı aranıyoruz. Bu vurdumduymazlık ve “körlük” korkunç bir öfke yaratıyor, bunu çok açık görüyoruz. Bakarsınız, içten içe büyüyen bu öfkenin biriktirdiği enerji sistemi sarsacak bir patlamaya dönüşüverir ve engelliler tekerlekli sandalyelerimizden başka kaybedecek şeyimiz yok diye haykırmaya başlayabilirler… Siyaseten ilgisiz, sosyal hassasiyetten yoksun, yardıma endeksli yaklaşımlar nedeni ile müzmin hastalıklı bir vaka olarak kalma tehlikesi ile karşı karşıyalar. Taşradaki engelliler hâlâ evlerinden dışarı çıkamıyorlar. Ama bir yandan, ailelerini onlar geçindiriyor. Aileler geçim darlığı nedeniyle engelli maaşlarına muhtaç hale gelmiş durumdalar. Kendileri de şikâyetçi bu durumdan ama çaresizler. Geçinemiyorlar çünkü. Anne babayla birlikte engelli sayısının en az üç katı kadar bir nüfustan bahsediyorum. Korkunç bir yoksulluk yaşıyorlar. Geleneksel yaşam tarzının geçerli olduğu, kaderci ve verilenle yetinen, gelecekle ilgili hiçbir talebi olmayan, günübirlik yaşayan büyük bir kitleden bahsediyoruz. Böyle bir kitle asgari ücretin üçte birine muhtaç bir hayata mahkûm edilebilir mi ilelebet. Ortaya atılan kavramların muğlaklığına şaşkın ve çaresiz bakarken engelliler, bir bakmışsınız mücadele denilen şeyin varlığını keşfeder ve gelişmiş ülkelerdeki engellilerin durumunu öğrenip gözlerini açabilirler. Teknolojinin bu kadar geliştiği bir çağda bu hiç de zor değil.

Bülent İnce/Aydınlık

 

Bu Haberi Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.