Çocuklarınıza ‘soya sütü’ içirmeye hazır mısınız?

Bir zamanlar zengin tarım potansiyeliyle bifteğin ‘fakir yiyeceği’ olduğu Arjantin’in bugün soya eti yiyip, soya sütü içtiğine dikkat çeken Araştırmacı Erhan Ünal, Türk okuyuculara 40 yılda 6 kez iflas eden Arjantin’in yakın tarihini dikkatle okumalarını öneriyor. Çünkü Ünal’a göre son kırk yılda Arjantin halkının izlediği küresel oyuncuların filmini şimdi Türk halkı izliyor. Aradaki tek fark ise Arjantin artık zorunlu olarak soya eti tüketirken Türk halkı ise kemiğin üzerine yapıştırılmış ‘etimsi’ bir nesneyi tüketiyor…

KENDİ KENDİNE YETEN TÜRKİYE TARIM İTHALATÇISI OLDU

Bir zamanlar tarımda kendi kendine yeten ülkelerin arasında anılan Türkiye bugün buğdaydan mısıra, mercimekten pirince net bir ithalatçı konumunda. Ukrayna’dan buğday, Pakistan’dan pirinç, Nijerya’dan susam, Moldova’dan ceviz ithal ediyoruz. Hayvancılıkta da durum farklı değil. Siyasi gündemin arasında kendine yeterince yer bulamayan “geçim derdi” ve sağlıklı beslenmeye ilişkin tartışmaların içeriği ve üslubu ise insanın ruh sağlığını bozacak nitelikte.

Bu tartışmaların başında ise endüstriyel tavuk eti geliyor. Ancak bir ülkenin bağımsızlığı için oldukça stratejik bir konu olan gıda ve tarımdaki uygulamalara bakıldığında yalnızca tavuğu tartışmak yeterli görünmüyor. Çünkü endüstriyel gıda üretiminde görünen buzdağının yalnızca küçük bir bölümü…

ARJANTİN’DE FAKİR YİYECEĞİ OLAN BİFTEK NASIL SOYA’YA DÖNDÜ

Biz de bu konuda dünyanın pek çok ülkesinde araştırmalar yapan, yazıp çizen, üreten ve tartışan bir tarım sevdalısı olan Erhan Ünal’ın kapısını çalıp, son dönemde görünen ve görünmeyen tarım ve gıda tartışmalarını konuştuk. Erhan Ünal, Arjantin’den Malezya’ya, Almanya’dan ABD’ye pek çok ülkede üretimden pazara tarıma ilişkin gelişmeleri yakından izleyen bir araştırmacı. Geleneksel tarıma önem veren ve kendisi de Toroslar’ın eteğindeki bir köyde küçük ölçekte üretimi sürdüren Ünal, Türkiye’deki tarım ve gıda konusunda varılmak istenen noktayı, “Türkiye halkı Cargill soya küspesi ile beslenen tavuk etlerini, Cargill mısır özü yağında kızartıp, Cargill unu ile yapılmış ekmek ile yemeli ve üstüne Cargill şekeri ile tatlandırılmış ‘Cola’yı’ içmeli. Hesap bu!” sözleriyle özetliyor ve ekliyor: “Arjantin, 1970’li yıllara kadar Güney Amerika’nın ‘tahıl ambarı’ konumundaydı. Uçsuz bucaksız meralarında (Pampa) dolaşarak beslenen sığırları ile en sağlıklı, lezzetli ve en ucuz sığır etini üreten ülkeydi. 1978’de Arjantin’i ziyaretimde görmüştüm, ızgarada kuzu pirzolası gibi çıtır çıtır pişebilen sığır pirzolaları ‘fakir yiyeceği’ idi. Menem iktidarında, ‘ultra liberal politikalarla’ ülkenin neyi var, neyi yoksa yabancı sermayeye satıldı, özelleştirildi. Her iflas ile ülke IMF ve Dünya Bankası’na daha bir tutsak oldu. Bu ortamda Monsanto dünyada ilk ülke olarak Arjantin’de GDO’lu soya fasulyesinin kitlesel ekimini dayatabildi. 1970’lerde sadece 37 bin hektar olan soya fasulyesi ekimi alanları, 2007 yılında inanılmaz bir rakam olan 16 milyon hektara çıkmış, koca ülke bir ‘soya cumhuriyetine’ dönüştürülmüştü.”

KÜRESEL MERKEZ GÜÇLÜ OLABİLİR AMA BİZ DE AZ DEĞİLİZ!

Tüketicilere AVM’lere tutsak olmayın çağrısında bulunan Ünal, “kimse başka yerlerden köklü çözüm beklemesin. Küresel merkez ne kadar güçlü ve örgütlüyse de bizler de sayısal olarak çok fazlayız. Aydın birey bilinçli olarak direnmeye başlarsa, bu olgu süratle yayılacak ve küresel sistemi en hassas olduğu noktadan vuracaktır” diyor.

İşte Arjantin’in son 40 yılının iyi incelenmesi gerektiğini vurgulayan araştırmacı Erhan Ünal’ın gözünden, tavuktan soyaya Türkiye’nin tarımsal analizi…

-Siz uzun yıllardır geleneksel tarım üretimi ve endüstriyel üretim arasındaki farklılıkları çok yönlü olarak araştırıyor ve yazıyorsunuz. Son günlerde başta tavuk olmak üzere süt ve endüstriyel gıdalar konusundaki tartışmalar yeniden gündeme geldi. Bu konudaki tartışmalar hakkında ne düşünüyorsunuz?

-Endüstriyel tavuk yetiştiriciliği, gerçekten zor durumda. Yirminci yüzyılın başlarından bu yana, adım adım geliştirilen ‘endüstriyel kanatlı hayvan yetiştiriciliği’ yöntemleri, günümüzde tam bir garabet halini almış durumda. Dolayısı ile konuyu bilen ve takip edenler haklı olarak bu olumsuz gidişe pek çok açıdan eleştiri getirmekte, tüketiciyi olası riskler ve oluşmuş tehlikeler üzerine uyarmaya çalışmaktalar. Ortada bilgi ve analizlere dayanan haklı eleştiriler, iyi niyetli uyarılar var. Kaldı ki konu milyonlarca tüketici için yaşamsal öneme sahip. Hele çocuklarımız açısından konuyu ele alırsak durum, daha bir ciddiyet kazanmakta. Milyonlarca insanın sağlığını ilgilendiren bu konuya ciddi olarak yaklaşan ve aydınlatıcı bilgilerle katkıda bulunmak isteyen herkese saygı duymak gerekir.

-Günlük geçim derdinde oradan oraya koşuşturan insanların, endüstriyel gıda üretimi üzerine kaygılanmaları sizce gereksiz mi? Bu insanların beslenme konusundaki sorunlar üzerine bilgilenmek hakları değil mi?

-Kaygılar kesinlikle haklı ve yerinde. Mızrak çuvala sığmaz hale geldi. Endüstriyel Gıda Üretimi’nin paydaşları ne yapsalar, gerçeklerin üstünü örtemiyorlar. Bu konudaki tartışmalar dünyada çok yaygın ve kapsamlı hale geldi. Türkiye’yi bir cam kâsenin altında izole etmeleri mümkün değil. İnsanlar kendilerinin ve çocuklarının geleceğini birinci derecede ilgilendiren böylesi yaşamsal bir konuda gelişmelerin farkında olamayacaklarsa, gerisinin hiç önemi kalmaz.

-Kaygılanan insanların gıda konusunda doğru ve yeterli bilgiye ulaşabilmeleri sizce kolay mı? Endüstriyel gıda üretimi ve ardındaki dinamikler üzerine, insanların kolay ulaşabilecekleri yeterli bilgi var mı?

-Sorunun bir tarafı da bu. Ne yazık ki insanların ulaşabileceği bilgiler kısıtlı ve ulaşması zor. Yabancı dil bilmeyenler mecburen yerli kaynaklara yöneliyorlar. Türkiye’de konu ile ilgilenen ve halktan yana tavır alan akademisyenler az da olsa var. Bu insanlar medya ve diğer iletişim imkânları üzerinden insanlara ulaşmakta zorlanıyorlar. Durumu, adeta ‘hatlar kesik’ diye de nitelendirebiliriz. Arada sırada bazı televizyonlarda ki ‘tartışma programlarına’ gıda emniyeti ve tüketici sağlığı konusuna kendini adamış araştırmacı kişiler ve akademisyenler çağırılsalar da tartışmalar kısa sürede ‘kör dövüşüne’ dönüyor. Bu tv programlarıyla, seyircinin kafasını iyice karıştırmak, sonra da düğüm haline getirilmiş problemlerle baş başa bırakmak, çok kullanılan bir yöntem oldu. Sonuçta insanlar bıkarak havlu atıyor ve gıda endüstrisi ile ardındaki daha büyük güçler yola kaldıkları yerden devam ediyorlar.

-Özellikle medyada endüstriyel gıda üretimine yöneltilmiş ağır eleştirilerle karşılaşıyoruz. Bu eleştiriler ne kadar halkı sizce? İnsanlara yeterli derecede bilgilenmek ve her şeyden önce gıda sağlığı konusunda doğru tavır alabilme yönünde katkısı oluyor mu?

-Eleştiri, içerik olarak insanlarımıza karşı sorumlu bir duruşla iyi araştırılmışsa ve var olan küresel bilgi havuzundan besleniyorsa yapıcıdır, değerlidir. Bununla beraber görülüyor ki endüstriyel kanatlı hayvan yetiştiriciliğinde var olan yapısal ve çerçevesel bozukluklara değinmek isteyen bazı ‘bilgililer’ kısmen mesnetsiz, kısmen de magazin basını hızı ve heyecanına uygun savlar ortaya atıyorlar. Bu tavrın kimseye yararı yok. Eğer yavrularının sıhhatinden endişeli bir anne, okuduk ve duyduklarından pek de temeli olmayan iddiaları derleyip sözlendiriyorsa, onu azarlamaya kimsenin hakkı yok. Neticede bir ‘anne’dir ve endişelidir. Onu aydınlatmak konuyu bilenlerin görevidir. Bilgiden kaynaklanmayan işgüzarca çıkışlarla, ‘endüstriyel kanatlı hayvan yetiştiriciliği’ konusunu eleştirmeye soyunanların, mağdur durumdaki tüketicilere bir katkıları olmaz, onları yanıltırlar ve hatta fazladan zarar verirler.

BİR ANNENİN ELEŞTİRİSİNİ KALDIRAMAYAN UZMANLAR

-Az önce bir anneden söz ettiniz…

-Görülüyor ki, Sayın Soner Yalçın’ın (09.09.2014 de) Odatv’de mektubuna yer verdiği bir anne, çocuklarının sağlıklı beslenebilmesi ile ilgili kişisel endişelerinin yanı sıra, endüstriyel tavuk yetiştiricilerine bir takım eleştirileri dile getirmiş. Eleştiriler bir gazetede; 2, 3, 4 Nisan 2012 tarihlerinde bir gazeteci hanımın, bir doktor beyefendi ile yapmış olduğu röportajdan alınmış. Bu röportajın içeriği, daha sonra başka yerlerde de yayınlandı. Bu eleştirilere mektubunda yer veren anneyi kimse eleştiremez. Hele cevap/yorum yazan bazı ‘uzmanların’ üslubundaki ‘odun yarıcı’ tarzı, hiç de kabul edilebilir gibi değil. Eleştirilerin gerçek sahibi doktor bey eminim ki epey bilgi sahibidir. Lakin ortaya salıverdiği eleştiriler yer yer sığ ve hatta mesnetsiz. Bu tarz ne tüketiciyi bilgilendirir, ne de tavuk yetiştiricilerine ciddi bir zarar verir. Kaldı ki amaç kimseye durduk yerde zarar vermek de değil. Amaç, kitlesel hayvan yetiştiriciliği konusunda gittikçe büyüyen ve karmaşıklaşan küresel bir tehlikeye, ulusal boyutta dikkat çekmek, tüketiciler arasında dinamik ve yapıcı bir tartışmanın yayılmasına katkıda bulunmak olmalıdır.

-Gıda endüstrisi eleştirilere karşı nasıl bir yaklaşım gösteriyor. Sizce bu oluşmakta ve gittikçe yoğunlaşmakta olan haklı tüketici baskısına karşı ne gibi bir strateji takip ediliyor?

-Ah… Tavırlarına ‘yaklaşım’ denilebilir mi, bilemiyorum. Bir yandan tamamen samimiyetsiz olarak eleştirileri toptan reddediyorlar. Öte yandan eleştirileri dile getiren insanları, ‘körkütük cahil’, hatta ‘insanları proteinsiz bırakmak isteyen kötü niyetli yaratıklar’ ilan ediyorlar. İnsan şaşırmadan edemiyor. Ya benim gibi insanlar, yıllarını araştırma yaparak değil de ‘Büyük Sahara’da kertenkele avlayarak’ geçirmişler ve dünyadan haberleri yok. Ya da gıda endüstrisinin ‘paydaşları’ kendilerini Mars’ta zannediyorlar. Aramızda bu derece anlamsız bir uçurum var… Stratejilerine gelince, dudak bükmemek çok zor. Bir ‘uzmanlıktır’ tutturmuşlar gidiyor. Neymiş uzman? Akademik olarak Prof. Dr. unvanına sahip olmakmış. ‘Uzman olmayanlar konuşmasın!’ diyorlar. Sanki üniversiteler, sermaye sahiplerinin çelik kasaları gibi. Evrensel olan ‘bilgi’ orada kilitli ve emniyet altında. Sadece akademisyenler o kasadaki değerlere ulaşabiliyorlar ve diğer insanlara da bu ayrıcalıklı uzmanlara sadece alkış tutmak düşüyor. Stratejinin bir diğer ayağını da yine bu uzmanların, gıda endüstrisine yöneltilen eksik ve hatalı eleştirilere, şevk ve zevkle oluşturdukları karşı saldırılarında görüyoruz. Bir hatalı eleştiriye cevap verirken, ‘fırsat bu fırsat’ diyerek aslında dile getirilmemiş, fakat olduğunu var saydıkları ya da kendilerinin bizzat uydurdukları hurafe ve dedikoduların tümüne birden ver yansın ederek, tüm gıda sektörünü bir kerede tertemiz yıkama gayretine giriyorlar. Bu uzmanların Odatv’de yayınlanmış ‘cevap’ amaçlı yazılarına örnek olarak okuyucular bu bağlantıdan söz konusu yazıyı görebilirler: (http://www.odatv4.com/n.php?n=sut-hakkinda-bildiklerimiz-ve-gercekler-2903141200) Görülecektir ki yazıya imza koyan sayın ‘uzmanlar’, kendilerine ve sektöre yöneltilmemiş, fakat yeterince saçma buldukları ne kadar ‘kahvehane iddiası’ varsa toparlayıp, gıda endüstrisine yöneltilmiş eleştiriler olarak yazılarında yer vermişler ve ardından bir güzel yaylım ateşi ile bu ‘tutarsız eleştirileri’ yerle bir etmişler…

‘BAZI UZMANLAR GIDA ENDÜSTRİSİ’NİN PAYDAŞI’

-Sizin deyiminizle sözünü ettiğiniz ‘uzmanlar’ ne söylüyorlar bu konuda?

-Uzmanların dile getirdikleri en önemli stratejik talep ise demokrasi ve toplumsal barış açısından epey tehlikeli bir beklenti. Eğer buna strateji denilebilirse tabii. Talepleri:  ‘hukuksal korunma.’ Ülkemizde, ‘devletin kanatları’ altında palazlanmış olan ‘milli sermayenin’ korunma refleksi onları, biraz sıkıştıklarında ‘devlet baba koru bizi!’ diye bağrışma kolaylığına bağımlı kılmıştır. Görülüyor ki gıda endüstrisinin paydaşlarından olan ‘bazı uzmanlar’ da bu kolay yolu yeğliyorlar ve kendilerinin dışındaki araştırmacıların ve farklı dallarda eğitimi olan akademisyenlerin görüş bildirmesini, ortaya yeni bilgi ve savlar sürmelerini, hukuksal engellerle önlemek istiyorlar. (Bu konudaki talepleri okurlar yukarıda bağlantısını verdiğimiz yazının son bölümünde görebilirler.) Kısacası bir kalkan olarak taşıdıkları, ‘akademik etiketleri’ onlara yetmemiş olacak ki ikinci bir kalkan olarak da ‘hukuksal koruma’ talep ediyorlar. Bu ne biçim bir şımarıklıktır?! Amaç kendileri dışında herkesi susturmak, insanlarımızı tek boyutlu sözde bir ‘bilimsellik’ borazanı ile yönlendirmek. Yağma yok!

-Uzmanların beklentileri sizce tek yanlı devlet koruması mı?

-Kendileri öyle yazıyor… Kaldı ki bazı televizyon programlarında aynı talebin kendini uzman kategorisinde tanımlayan kişilerce dile getirdiklerine de şahit oldum. Söyleşinin başında söyledim, zor durumdalar diye. Yıllarca ülkede hakim geleneksel tarımın, küresel merkezlerin plan ve isteklerine uyarak endüstriyel tarıma dönüştürülmesine çanak tutmuşlar. Kırsalda yaşayan, bir yandan bu ülkeyi beslerken kendilerine de yeterli olabilen, milyonlarca çiftçi vatandaşımızın şehirlere göçüne ve üretkenlikten tüketici konumuna düşmelerine sebep olmuşlar. Şimdi de birileri çıkmış, halkımız açısından çok tehlikeli sonuçlara doğru yol alan, endüstriyel tarım ve hayvancılığın ülkemizdeki güncel yapısını, bu yapının oluşumunu, ardındaki güçleri ve bütün bunların sonucu olan gıda maddeleri üretimini eleştirisel olarak irdelemeye başlıyor. Çok huzursuz oluyorlar. Bu durumun uyara bileceği toplumsal farkındalık, endüstriyel tarım ve gıda üreticileri ile onların tüm paydaşları açısından çok tehlikeli.

-Ne tür bir tehlike sözünü ettiğiniz?

-Eğer halkın ilgisi bu konulara artar ve oluşacak olan farkındalığın sonucu, geniş halk kesimlerinde (ki onlar bu kesimlere ‘kitle/yığın’ diyorlar) tüketimde tavır değişikliklerini tetiklerse bu sonuç, tüm bunların ardındaki itici güç olan küresel sermaye sahipleri açısından çok can acıtıcı olur. Görülüyor ki küresel sermayenin ülkede ‘ganimetten’ göreceli olarak daha fazla pay sahibi olabilen yardımcı ve paydaşları ‘aman kitle uyanmasın!’ diye çırpınıyorlar.

İLK HİBRİT TAVUK 1920’LERDE YETİŞTİRİLDİ!

-Endüstriyel tarım ve gıda üretiminin insanlara dayattığı yeni beslenme tarzının içerdiği tehlikenin boyutları ve bu üretim tarzının ardındaki küresel sermayenin hedeflerinden de kısaca bahseder misiniz?

-Aslında konu hiç de yeni değil. Endüstriyel hayvancılık, 1950’lerde Rockefeller vakfı ve ABD/USAID tarafından başlatılan ‘endüstriyel tarım’ kampanyalarının iki bacağından birisidir. ABD eski Tarım Bakanı, sonradan Başkan Roosevelt’in Başkan Yardımcısı Henry Wallace, Nelson Rockefeller ile 1946 yılında Meksika’ya giderek orada, sonradan ‘Yeşil Devrim/Green revolution’ adını alan endüstriyel tarım kampanyasını başlatmışlar, başına da Rockefeller vakfında tarım uzmanı olarak çalışan Norman Borlaugh’u geçirmişlerdi. Çiftçi kökenli olan Henry Wallace daha 1920’lerde Hi-bred isimli bir şirket kurarak tohumculuk işine girişmişti. Hi-bred daha sonraları hibrit tohum geliştirilmesinde epey mesafe almış ve ilk ‘hibrit tavuk’ yetiştiren kuruluş olmuştur.

-Türkiye’nin ‘yeşil devrim’le tanışması nasıl oldu peki?

-‘Yeşil Devrim’ adlı endüstriyel tarım kampanyası, Meksika ve özellikle de çok geniş tarımsal alanlara sahip Hindistan’da ‘hibrit’ tohum üzerine yapılandırılarak başlatıldı. Dünya’ya ‘açlık sorununu biz çözeceğiz’ diyerek, hedef ülkelere de ‘daha çok üretecek ve daha çok kazanacaksınız’ mavalı ile önce hibrit tohum, ardından yapay gübre, pestisitler ve mekanize tarım teknolojisi ile endüstriyel tarım kısır döngüsünü dayattılar. İlk olarak ele alınan bitkiler, insanların beslenmesinde temel maddeler olan buğday ve mısır olmuştur. Yoğun yapay gübre ve sulama desteği ile üretimine geçilen bu bitkilerde, başlangıçta ürün artışı sağlanmıştır fakat girdiler de alabildiğine artmıştı. Kampanya kısa bir süre sonra tarımsal potansiyeli yüksek Pakistan ve Türkiye’ye genişletildi. Kampanyanın bizdeki simge ismi ‘Sonora 64’ isimli Meksika’da geliştirilmiş olan buğdaydır. Bu konu uzun, ilgilenen okurlara yine Odatv’de yayınlanmış olan ve bu konu üzerine daha etraflı bilgileri içeren ‘Tarım Savaşı’ başlıklı yazımı okumalarını öneririm: (http://www.odatv4.com/n.php?n=tarim-savasi-2912131200)

-Yeşil Devrim’le atılan tohumlar bugün hangi aşamaya ulaştı ve ne tür bir tarımsal yapılanma ortaya çıktı?

-Kısaca diyebiliriz ki II. Dünya Savaşı sonrası başlatılan ‘Yeşil Devrim’ kampanyası ile tüm dünyada ki tarımsal faaliyet, Endüstriyel Tarım’a dönüştürülerek, üç beş dev küresel konzern’in (Agribusiness Concern) kontrol ve yönlendirme alanına sokulmuştur. Agribusiness alanındaki kuruluşlar ( Cargill, Bunge, Archer Daniels Midland, Louis Dreyfus Group gibi),  tarım kimyası (Agro-chemicals) ve Biotechnology alanında söz sahibi Monsanto, Syngenta, DuPond Pioneer Hi-Bred, Dow Chemicals, Bayer Cropscience gibi kuruluşlar ile birlikte, küresel anlamda Endüstriyel Tarım alanına neredeyse tümüyle hakim olmuşlardır. Endüstriyel tarımda stratejik ürünler olan buğday, mısır ve soya fasulyesi ile bunların türevleri gıda sektöründe en önemli rolü oynamaktalar. Alana hakim olan kuruluşlar ve onların ardındaki güç, adım adım gıda sistemini bu üç tarım ürünü ve türevleri üzerine yapılandırmaktalar.

Hayvancılık da aynı kampanya kapsamında Endüstriyel Hayvancılığa (kitlesel besi hayvancılığı) dönüştürülmüştür. Geniş besi çiftliklerinde bir araya sıkıştırılmış yüz binlerce büyük baş ve küçükbaş hayvan ile milyonlarca kanatlı hayvan, bu üç tahılın atıkları, özellikle de mısır ve soya fasulyesi küspesi üzerine yapılandırılmış bir yem endüstrisine bağımlıdırlar. Sistemin ana stratejisi budur. Bu yapılanmanın doğal sonucu olarak Türkiye’de de tavuk yetiştiriciliği mısır ve soya fasulyesine mahkûmdur.

Dünyada en büyük soya fasulyesi küspesi satıcısı Cargill, Bunge ve ADM Türkiye’de yerleşiktirler. Hatta stratejik ortaklıkları vasıtası ile tüm gıda üretim ve tüketim alışkanlıklarının yönlendirilmesinde en büyük söz sahibi olanlar bu kuruluşlardır. Kısacası konuşulanın ardındaki temel dinamik ‘yem meselesi’dir.

TÜRK HALKI CARGİLL’E MAHKUM OLSUN İSTENİYOR

-Yem konusunu da kısaca açar mısınız?

-Dünyada en büyük yem üreticisi Tayland’da CP Group (Charoen Pokphand Group) dur. ‘Ne alaka, Tayland’da bu kadar çok mısır ve soya fasulyesi yetişiyor mu?’ diye soranlar olabilir. Tabii ki hayır! CP Group’a yem için gerekli mısır ve soya (büyük oranlarda GDO’lu) küspesini tedarik eden stratejik ortağı Cargill’dir. Bu yem ile yetiştirilen, endüstriyel üretim kanatlı hayvan etlerini satın alıp işleyip, Japonya ve Avrupa’da piyasaya süren de Cargill’dir. Bilmem anlatabiliyor muyum? Ortada tıkır tıkır işleyen bir ‘al gülüm ver gülüm’ tezgahı ve milyarlarca dolarlık ‘Big Business’düzeni var. CP Group Türkiye’de de ‘CP Piliç’ adı altında aktif. Cargill’in Türkiye’deki stratejik ortağı ise Ülker! Cargill ve Ülker, Türkiye’de beraberce sadece para kazanmıyorlar. Daha da önemlisi, Türkiye gıda üretimini ve dağıtım sistemini küresel planlar doğrultusunda ve uzun vadeli olarak yeniden yapılandırıyor ve kilit üretim birimlerini kontrol altına alıyorlar. Kısacası onlara kalırsa, tüm Türkiye halkı Cargill soya küspesi ile beslenen tavuk etlerini, Cargill mısır özü yağında kızartıp, Cargill unu ile yapılmış ekmek ile yemeli ve üstüne Cargill şekeri (fruktoz’u) ile tatlandırılmış ‘Cola’yı’ içmeli. Hesap bu!

-Aktardıklarınız çerçevesinde Türkiye’deki tüketiciler nasıl bir kıskacın içinde olduklarını farkındalar mı?

-Pekçok kimse bir şeylerin çok da düzgün gitmediğinin farkında. Gıda ve beslenme konusu çok hassas bir konu. İnsanlar konuyu anlamak için yaklaşırken bile ‘sıcak çaydanlığı tutar’ gibi çekinceli davranıyorlar. Arada sırada açıklayıcı kitaplar çıkıyor ve eleştirisel makaleler yayınlanıyorsa da bunların geniş çevrelere ulaşabildiğini zannetmiyorum. Tv programlarında ise kimsenin kalıcı bir sonuç çıkartması mümkün olmuyor. Konuyu bilenler ise ya halka ulaşamıyor ya da korkup susuyor, susturuluyor. Dönen çarklar çok büyük. Eskiden çok parayı  tarif eden bir deyim vardı, ‘eşek yüküyle para’ denirdi. Günümüzde bu deyim yetersiz kalır, herhalde ‘kamyonla götürüyorlar’ demek daha gerçekçi olur. Açıkçası konu ‘Big Business’ olunca kimin umurunda bir annenin, yavruları için endişe içerisinde çırpınması. Bu şartlarda insanlar iyi organize sisteme nasıl müdahil olunur bilemiyorlar ve kapalı bir sosyo-ekonomik sistem içerisinde çırpınıyorlar.

-Dünyada durum Türkiye’dekinden farklı mı, benzeri noktaları neler. Özellikle Afrika ve Asya’daki tarım topraklarının dev şirketlerin eline geçmesi nasıl bir gelecek ortaya koyacak?

-Dünyada ki durum, coğrafi ve sosyolojik nedenlerden dolayı sadece ayrıntılarda Türkiye’den farklılıklar gösteriyor. Genelde süreç, büyük ve kalıcı değişiklikleri insanlığa dayatmakta. Örneğin, Türkiye’den büyük bir ülke olan Etiyopya ekilebilir topraklarının yüzde 75’ini küresel tarım şirketlerine ve fonlara kaybetmiş durumda. Liberya’da bu oran yüzde 100! Batı cephesinde yer alacağız diye yırtınan, Doğu Avrupa’nın ‘tahıl ambarı’ Ukrayna’da ise verimliliği ile tanınan ‘siyah toprakların’ sadece (!) yüzde 35’i elden çıkmış vaziyette. Bütün bu alanlarda dünya pazarlarının talebine göre, kitlesel endüstriyel tarım yapılıyor. Halklarının ne yiyebileceği kimsenin umurunda değil. Son bir örnek ile varılan durumu somutlayalım ve aşamaların Türkiye ile paralelliklerini görelim ve ‘sonu benzemez inşallah!’ diyelim…

ARJANTİN’DE FAKİR YİYECEĞİ OLAN PİRZOLA SOYA ETİNE DÖNDÜ

-Nedir bu örneğiniz?

-Arjantin, 1970’li yıllara kadar Güney Amerika Kıtası’nın ‘tahıl ambarı’ konumunda olan bir ülkeydi. Geniş bir tarımsal ürün çeşitliliği vardı. Uçsuz bucaksız meralarında (Pampa) dolaşarak beslenen sığırları ile en sağlıklı, lezzetli ve en ucuz sığır etini üreten ülkeydi. 1978’de Arjantin’i ziyaretimde görmüştüm. Izgara da kuzu pirzolası gibi çıtır çıtır pişebilen sığır pirzolaları ‘fakir yiyeceği’ idi. Önce bir askeri darbe Arjantin’in sosyal yapısını darmadağın ederken ekonomik açıdan liberal ekonomik yapılanmaların önünü açtı…

Ardından 1989 ile 1999 yılları arasında bir kasırga gibi ülkeyi darmadağın eden Carlos Menem iktidarında, ‘ultra liberal politikalarla’ ülkenin neyi var, neyi yoksa yabancı sermayeye satıldı, özelleştirildi. Birkaç kere Arjantin Devleti iflas etti ve halkın birikimleri bankalarla beraber uçup gitti. Her iflas ile ülke IMF ve Dünya Bankası’na daha bir tutsak oldu. Bu ortamda Monsanto dünyada ilk ülke olarak Arjantin’de GDO’lu soya fasulyesinin kitlesel ekimini dayatabildi.

-Sonra neler yaşandı Arjantin’de?

-İlk anlarda giren bir miktar para kurtuluş ışığı gibi geldi ama, Süleyman Demirel’in deyişi ile ‘armudun büyüğünün heybede olduğu’ çok geçmeden anlaşıldı. 1970’lerde sadece 37 bin hektar olan soya fasulyesi ekimi alanları, 2007 yılında inanılmaz bir rakam olan 16 milyon hektara çıkmış, koca ülke bir ‘soya cumhuriyetine’ dönüştürülmüştü. Gıda üretimi önemli miktarlarda gerilemiş, örneğin halkın beslenmesinde önemli yeri olan pirinç, mısır, mercimek ve et yüzde 40’lara varan oranlarda azalmış, temel gıda maddelerinin fiyatları yüzde 100 ila yüzde 200 oranlarında artmıştır. Azalan gıda maddeleri üretiminin boş bıraktığı alanı GDO’lu soya ile doldurmak kaçınılamaz hale gelmiştir. Ve herkese uyarı olacak son aşama: Arjantin’de geniş halk kesimleri artık, et yerine ‘soya bifteği’ ve süt yerine ‘soya sütü’ tüketmeye özendirilmekte. Ülkede dar gelirlilerin yaşadığı bölgelerdeki çocuk yuvalarında artık soya sütü dağıtılmakta, fakir mutfaklarında ‘soya çorbası’, hastane ve bakım evleri mutfaklarında soya yemekleri pişirilmekte. Çaresizlik soya çılgınlığına dönüşmüş ve özellikle geniş halk kesimlerini tek düze soya fasulyesi üzerine yapılandırılmış bir ‘yemleme’ sistemi ile kontrol altında tutmaya çalışmaktalar. Bkz: (Marie Moniq Robin ‘Mit Gift und Genen’ Sayfa: 379 -382. Goldmann Verlag, München.)

Özetlersek: Arjantin, küresel tarım konzernleri, onların yol açıcıları İMF ve Dünya Bankası’nın baskı ve dayatmaları ile endüstriyel hayvan yetiştiriciliğinin yem ihtiyacını karşılamak için muazzam bir soya fasulyesi üretim alanına dönüştürülmüş, bu güzel ve zengin ülkenin cana yakın insanları, bu uğurda sahip oldukları pek çok şeylerini yitirmişlerdir. Daha geçenlerde Arjantin Devleti’nin yeniden iflas noktasına geldiğini okudum. Sanırım bu kez 1970’lerden bu yana altıncı iflas olsa gerek…

‘BU GİDİŞE DUR DEMEK BİREYİN ELİNDE’

-Haklı olarak endişeli olduklarını söylediğiniz insanlarımız, farkındalığı arttırabilmek ve kendilerini korumak için neler yapabilirler? Sizin bu konudaki önerileriniz neler?

-Bu sorunun cevabı çok uzun olabilir. Belki başka bir sefer, sadece bu konu üzerinde söyleşmeyi genişletebiliriz. Yine de önemli olduğunu düşündüğüm birkaç öneride bulunayım:

Farkındalığı arttırmak ve bilgi birikimini zenginleştirmek için, arkadaş veya komşu gurupları kurularak, hep beraberce yararlanılabilecek bir bilgi havuzu oluşturulabilir. Bu guruplar, edinmekte oldukları bilgilerin ışığında, bulundukları yörelerin imkânlarına uydurulmuş, sağlıklı beslenme konusunda yöresel ve gerçekçi çözüm modelleri oluşturabilirler.

Hafta sonları AVM turlamaları yerine, pekâlâ topluca çevre köylere gidilebilir. Hala geleneksel üretimi terk etmeyip direnen bu insanlarımızla tanışıp onların ürünlerini birinci

elden alma imkanı vardır (sebzeden, süt ve yumurtaya). Çiftçi ile kurulan direkt ve devamlı ilişki; bir yandan tüketiciye ürünün kalitesi üzerine söz hakkı olanağını verir, öte yandan çiftçiyi organik üretime önem vermeye cesaretlendirir. Unutulmamalıdır ki köylülere terk ettirilen topraklar, bir şekilde birleştirilerek, ‘küresel tarım kuruluşlarına’ verilecektir.

Binlerce yılda oluşmuş olan ve insanlığın beslenmesinde büyük rol oynayan on binlerce bitki türü yok olmaya mahkûmdur. Küresel Merkez’in planında biyolojik çeşitlilik (Biodiversite) öngörülmemektedir. Tüm bu küresel planlar gerçekleşirse; sonuçta insanlığın beslenmesi görünüşte, çeşitlilik (rengarek paketler), özde ise (içerik olarak) müthiş bir fakirleşme getirecektir. Bu gidişe dur demek bireyin elindedir. Kimse başka yerlerden köklü çözüm beklemesin. Küresel Merkez, ne kadar güçlü ve örgütlüyse de bizler de sayısal olarak çok fazlayız. Aydın birey bilinçli olarak direnmeye başlarsa, bu olgu süratle yayılacak ve küresel sistemi en hassas olduğu noktadan vuracaktır. Tüm okurlara, Arjantin’in son 40 yılını internet üzerinden incelemelerini ve var olan paralellikler üzerine düşünmelerini önemle öneririm. 01.10.2014 ODATV

Bu Haberi Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.