“Ressam Yunus Emre”nin Nâzım’la yedi yılı

Söyleşi: Mert Can Yılmaz – Fatma Kahraman-BİLİM ve ÜTOPYA

İbrahim Balaban’ın 1942 yılında Bursa Cezaevi’ne girmesi onun hayatının geri kalanını şekillendirecek bir dönüm noktası yaratır. Burada kendisinden 20 yaş büyük olan Nâzım Hikmet ile tanışır. Nâzım Hikmet onun için bir “şair baba”; o Nâzım Hikmet için “bir ressam Yunus Emre” olur zamanla. İbrahim Balaban’la Nâzım Hikmet’in aralarındaki iletişim yolu en başta dil değil, yağlı boyalar, portrelerdir. Önce Nâzım, Balaban’ın tablosunu yapar, sonra Balaban Nâzım’ın… Nâzım, demir parmaklıklar ardında, akademi bitirmemiş, üniversiteye gitmemiş genç yetenekten çok etkilenir. Balaban’a tüm boyalarını verir. O yıllarda 18-19 yaşlarında olan Balaban ile Nâzım Hikmet arasında baba oğulun çatışmaları da bağlılığı da tecrübe edilir. Balaban, Nâzım’ın dizelerini fırçalarıyla canlandırır. Nâzım, Balaban’ın fırçasının dokunuşlarını şiirlerinde dize dize kurar. Balaban’ın resimleri ses kazanır, Nâzım’ın dizeleriyse renk… Nâzım, aynı zamanda bir öğretmendir Balaban için. Ona resimden başka Rusya’da öğrendiği sosyoloji, ekonomi politik ve felsefe derslerini öğretir. Balaban bir zaman sonra İmralı’ya sürülür. Ancak orada da gördüğünü resmetmekten vazgeçmez. Kırları, kara sabana sürülmüş öküzleri çizer. Burada yaptığı tabloları Nâzım’a gönderir. Mahkumlar ve gardiyanlar arasında da ün kazanmaya başlar. Nihayetinde, İmralı’dan da sürülür. Nedeni, komünizm propogandası yaptığı, İmralı’yı ayağa kaldıracağı iddiasıdır. Hapishane yılları bittiğinde Nâzım Hikmet’le tekrar bir araya gelirler. Celal Esad Erseven Balaban’ın tablolarını ilk kez gördüğünde Nâzım’a “Bunlar Natüralizm değil, Kübizm değil, sürrealizm değil. Şimdi ben bunlara ne diyeyim?” der. Nâzım Hikmet karşısına çıkar, “Hoca hoca” der, “Bunlara Balabanizm dersin.”

Orhan Kemal, Nâzım Hikmet, İbrahim Balaban (soldan sağa)

Çağdaş resim eleştirmenleri ise kendisini “Anadolu insanının yaşamından ve halk efsanelerinden yola çıkarak toplumsal gerçekçi yapıtlar üreten ressam” olarak tanımlarlar.  Balaban, ilk sergisini 1953’te İstanbul’da, Fransız Kültür Merkezi’nde açar. Sonraki yıllarda hem Türkiye’de, hem de yurtdışında pek çok sergi daha açar. Resimleri de bir dönem kendisi gibi mücadele verir. 1961’de Yeni Dal Grubu sergisindeki 1968’de Gazi Dergisi’ndeki tablolarından dolayı yargılanır. 1969’da Adana’da sergilediği resimleri saldırıya uğrar.  Resimleri dışında 1968’den bu yana Nâzım Hikmet’le geçirdiği günlere dair anı ve romanlar da yazmaktadır. Nâzım Hikmet’le 7 yıl süren günleri 1968’de Şair Baba ve Damdakiler adıyla Cem yayınlarından çıkar. 2003’te çıkan son kitabı ise Berfin Yayınları’ndan çıkan Nâzım Hikmet’le Yedi Yıl adlı romandır.

Şimdi kendisiyle yaptığımız röportaja geçelim.

Bilim ve Ütopya:  Nâzım Hikmet’le nasıl tanıştınız?

İbrahim Balaban:  Nâzım Hikmet’le tanışmadan önce portreler yapmaktaydım. Mahpusları kara kalemle çiziyordum. Bir gün siyasi mahpuslardan birisinin, Nâzım Hikmet’in yağlı boyalarla diğer mahpusların portrelerini yaptığını öğrendim ve ondan benim de portre resmimi yapmasını istedim. Olur dedi ve resmimi yaptı. Ancak yaptığı bu resmi ben beğenmedim. Bu resim eksik dedim. Bir kravatım vardı ve o bu kravatımı resimde takmamıştı. Aramızda şöyle bir konuşma geçti:

-Benim kravatım vardı sense kravatımı takmamışsın.

– Böyle güzel çocuğa kravat yakışmaz. Sizin köye tahsildar gelir mi?

– Gelir.

– Tahsildarın kravatı var mıdır?

– Vardır.

– Sen tahsildarı sever misin?

– Sevmem.

– Öyleyse ben de kravatı takmam.

Onun öyle demesine rağmen ben 6 tane kalem satın aldım, onları zeytinyağına batırıp batırıp resmi tamamladım. Daha sonra Nâzım Hikmet, benim bir resmimi daha yapmak istediğini söyledi. Bense yaptırmam dedim. Bunu duyunca çok üzüldü. O tahmin ediyordu ki bütün dünya, tüm Türkiye’deki yediden yetmişe herkes onun aleyhinde bulunurdu. Halbuki benim davranışımın sebebi farklıydı. Niye yaptırmıyorsun bana resmini diye sorduğunda verdiğim cevap “Çünkü ben de resim yapıyorum” oldu. Birden neşelendi, “Haydi öyleyse  benim de bir resmimi yap.” dedi. Bir iki dakika içerisinde portreyi tamamladım, Nâzım elimden kağıdı kaptı ve müthiş dedi.

– Sen akademi okudun mu?

– Akademi ne ki, ben bilmiyorum.

– Üniversiteyi okudun mu?

– Hayır. Bizim köyde sadece üç sınıflı bir okul vardı. Sonrasındaysa Nâzım’a “Madem sen benim yaptıklarımı önemsedin, öyleyse ben sana çırak olayım.” dedim.  “Hayhay” dedi, “Sen beni ustan olarak kabul edersen ben de seni çırak olarak kabul ederim.” İşte o günden itibaren başladık resim çalışmaya.

İbrahim Balaban’ın yaptığı Nâzım Hikmet resmi…

Bilim  ve Ütopya:  Nâzım Hikmet “büyük” bir suçlamayla karşı karşıyaydı. Mahpushanedekilerin bir kısmı ona karşı mesafeli davranıyordu. Sizi ona çeken neydi? Onun durumundan çekinmediniz mi?

İbrahim  Balaban:  Mahpusların bir kısmı Nâzım Hikmet’in aleyhine konuşuyordu. Ama bu benim umrumda değildi. Çünkü ben o çocuk yaşıma rağmen -o sıralar 18, 19’lu yaşlarımdaydım- onun çok önemli bir insan olduğunu tahmin ediyordum. Bana göre o devlete karşı gelen bir adamdı. Benimse devlete karşı gelen bir adamı sevmem gerekirdi. Çünkü devlet beni hiç suç işlemediğim halde cezaevine attı.

Mahpuslar kendilerince bir takım şeyler uydururlardı. Yok Nâzım Hikmet kadınlarla erkekleri bir yere kapatıyormuş da, tarlalarla bahçeleri birbirine katıyormuş da, bir zırhlıyı kaçırırken yakalanmış da ve daha neler neler…   Ben bunların hepsinin saçma olduğunu tahmin ediyordum. Olmayacak şeyleri haldır huldur söylüyorlardı.

Bir de resim yapan bir adamı ilk defa görüyordum. Bu da benim tarafımdan mükemmel bir insan olmasını sağladı. Bana tüm boyalarını verdi. Sonrasında ben başladım resimler yapmaya ve o dönemde 10-12 tane portre yaptım. Bu yaptığım portreleri güzel sanatlar akademisine gönderirdi. Bir gün buradan bir arkadaşına mektup yazmış ve benim için “Ben burada bir Ressam Yunus Emre keşfettim” demiş.

Bilim ve Ütopya: Nâzım’ın sizin resimleriniz üzerine yazdığı şiirleri var. Sizin onun şiirlerini okuyarak yaptığınız resimleriniz var mı?

İbrahim Balaban: Ben resim yaparken Nâzım Hikmet bana karışmaz, arkamdan beni seyrederdi. İçerideyken yaptığım “Demirkapının Önü” ve “İlkbahar” tablolarını şiirleştirmişti. Dışarı çıktıktan sonra ben de onun şiirlerini okuyarak harika tablolar yaptım. “Masalların Masalı” adlı şiirini resmettim.

 “Su başında durmuşuz çınarla ben.

Suda suretimiz çıkıyor çınarla benim.

Suyun şavkı vuruyor bize çınarla bana.”

“Angina Pektoris” adlı şiirini de resmettim.

“bakıyorum geceye demirlerden

ve iman tahtamın üstündeki baskıya rağmen

kalbim en uzak yıldızla birlikte çarpıyor…”

Daha sonra “Salkımsöğüt” var.

“Akıyordu su

gösterip aynasında söğüt ağaçlarını. Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını! Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere! Birden

bire kuş gibi

vurulmuş gibi kanadından

yaralı bir atlı yuvarlandı atından! Bağırmadı,

gidenleri geri çağırmadı, baktı yalnız dolu gözlerle

uzaklaşan atlıların parıldayan nallarına! Ah ne yazık!

Ne yazık ki ona

dörtnal giden atların köpüklü boynuna bir daha yatmayacak, beyaz orduların ardında kılıç oynatmayacak!

Nal sesleri sönüyor perde perde,

atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde!

Atlılar atlılar kızıl atlılar, atları rüzgâr kanatlılar! Atları rüzgâr kanat… Atları rüzgâr…

Atları… At…”

İşte bu Nâzım Hikmet.

İbrahim Balaban’ın bir tablosu 

Bilim ve Ütopya:  Nâzım’ın bir dostu, bir kardeşi gibiydiniz. Hiç ona karşı çıktığınız bir durum oldu mu?

İbrahim Balaban:  Benim yaptıklarımı o kadar çok beğeniyordu ki ben artık bu beğeniye tahammül edemiyordum. Bir de zaman zaman tavrım alay eder gibiydi sanırım. Bir gün resmimi çok beğendiği bir anda ben “Başka nesini beğendin?” diye sordum. O da ekledi “Renklerin ahengini…” Sonra ben “Daha başka?” “Daha başka?” diye sorunca Nâzım Hikmet bana kızdı “Benimle alay ediyorsun” dedi. “Yaptığın şeyleri kendin beğenmiyorsun benim yaptığıma da karşı geliyorsun ve benle alay ediyorsun.” Sonra bıraktı odasına gitti. Ama uzun sürmedi, 3 dakika sonra aşağıya indi. Ben o sıralarda büyük bir tablo yapıyordum, bana “İskeleden in. Hadi beraber dışarıda yürüyelim.” dedi. Dışarı çıktık bahçede beraber yürüdük.

Bir zaman sonra Nâzım Hikmet bir adam gönderdi ve benden 4 tane fırça istedi. Bense “Vermem” dedim. Adam “Ama bu fırçaları isteyen Nâzım Hikmet, neden vermiyorsun?” dedi. “Ben kimseye fırça vermem” dedim. “O zaman giderim Nâzım Hikmet’e, o senin ustandır, sana darılmaz mı?” deyince “Hadi git söyle, darılırsa darılsın” dedim. O sırada savcının bana verdiği odada resim yapıyordum. Nâzım Hikmet koşarak geldi, kapıyı hızla açtı.

– Balaban, bana fırça vermemişsin. Niye vermedin?

– Bilmiyorum, vermedim.

– Ama ben sana bir tomar fırça verdim, bir kucak dolusu da boya verdim. Tevekkeli babası oğluna bir bağ verirmiş de oğlu babasına bir salkım üzüm vermezmiş. İşte şimdi bunu tatbik ediyoruz.

– Madem bunu biliyordun da bana niye bir tomar fırçayla bir kucak dolusu boya verdin?

– Sen ressam olasın diye verdim.

– Teşekkür ederim, ben ressam oldum.

– Ressam oldun da şimdi niçin vermiyorsun?

– Sen fırçaları tersine tersine sürtüyor, fırçaların uçlarını bozuyorsun.

Ben bunu diyince masaya doğru yaslandı. “Ben ressam mıyım? Ne bileyim fırça sürmesini.” O zaman ben gözyaşlarımı tutamadım, “Al hepsini götür” dedim. “Yok” dedi “Dört tanesini alayım.”

Bilim ve Ütopya:  Bir dönem Bursa Cezaevi’nden İmralı’ya gidiyorsunuz. Bu dönemde neler yaptınız? Nâzım’la iletişim kurma şansınız var mıydı?

İbrahim Balaban: Ben İmralı’da hem müdürün bana verdiği işi yapıyorum hem de çıkıyorum kırlara karasabana koşulmuş öküzleri sürenleri resmediyorum. İmralı Adası’nda 2,5-3 sene içinde çizdiğim resimler beni müthiş geliştiriyor. Öylesine ustalaşıyorum ki kısaca bir hesap ettim 7000 tane desen çizmişim.

3 sene İmralı’da kaldıktan sonra “Komünizm” propagandası yaptığım gerekçesiyle tekrar Bursa Cezaevi’ne gönderildim, sürüldüm. Nâzım Hikmet’e orada yaptıklarımı anlatınca ilk sorduğu şey o çizdiğim desenlere ne olduğuydu. Bense hepsini yırtıp atmıştım. “Onlar kim bilir ne müthiş eserlerdi.” dedi. Bense kafamı işaret ederek “Onların hepsi işte burada, tekrar yaparım” dedim. “Hadi yap da görelim” diyince işte o zaman “İlkbahar” tablosunu yaptım. Bitirdiğimde müthiş şaşırdı ve daha sonra beni öylesine önemsedi ki bana dersler vermeye başladı.

İmralı’da yaptığım resimleri Nâzım Hikmet’e gönderiyordum. Bir ara kendi portremi yapmıştım, onu gönderdim. Çok sonraları Piraye yengede o portreyi bulduk, bir sergimde de teşhir etmiştik.  O sıralarda ben çift sürenlerin, balık tutanların resimlerini yaptım. 8-10 tane portre yaptım. Bunların hepsi İstanbul ve İzmir’de satıldı. O para benim hesabıma yatırıldı fakat beni komünizm propagandası yaptı diye, İmralı’yı ayağa kaldıracak diye sürdükleri zaman, benim hesabımda mevcut olan paradan 10 kuruş bana vermediler, beni sürdüler. Sadece bir don bir gömlekleydim. Bu parayı istemedim de çünkü töhmet edilen suç “ağırdı”. Ben oradaki bazı delikanlıların portrelerini yapmışım, o delikanlıların da hepsi komünist olmuş diye bir suç atıldı. Ne şahit var ne yargı… Hiçbir şey yok.

Bilim ve Ütopya: Nâzım’ın size dersler verdiğini söylediniz. Ondan neler öğrendiniz?

İbrahim  Balaban:  Üç bilimin dersini verdi. Sosyoloji, ekonomi politik ve diyalektik felsefe. Bu bilimler o dönemde herkesin bildiği bilimler değil. Üç ay boyunca Nâzım Hikmet’ten dersler aldıktan sonra benim bildiğim bilgileri Türkiye’de benden başka bilen yoktu. Nâzım Hikmet üç sene Rusya’da okumuştu, üç ayda bana tüm bildiklerini aktardı. Sabahları bana anlatıyordu, ertesi güne anlattıklarını aktarmamı istiyordu. Ben de onları tekrar edebilirsem öteki derse geçiyordu. Böyle böyle üç bilim dalını mükemmel bir şekilde öğrendim. Öğrendikten sonra beni imtihan etti. İmtihansa çok ilginçti. Sonraları birçok insana, üniversite mezunlarına, profesörlere, yazarlara bu imtihandaki soruyu sordum, yanıtını veremediler. Soru ise şöyleydi. “Bir adam

8 saat bir yerde çalışınca bunun karşılığı 100 lira alıyor. Fakat bir avcı 1-2 dakika içerisinde bir sansarı vuruyor ve sansarın getirdiği para 1000 lira oluyor. Yani avcının 1-2 dakikalık emeği

1000 lirayken 8 saat çalışanınki 100 lira oluyor. Buradaki ayrıntı nedir?” Ben “Sansarın arkasında onlarca avcının koşuşmasından ötürü, bir tanesi vurulduğu için ötekilerin emeği adamın emeğine naklonur” dedim. Geldi boynuma sarıldı.

İbrahim Balaban

Bilim  ve Ütopya:  Nâzım sizin resminize inanıyor, size güveniyordu. Sizi Türkiye’nin en büyük ressamı olarak benimsemişti. Balabanizm terimi de Nâzım’dan, değil mi?

İbrahim Balaban: Af oluyor, dışarı çıkıyoruz. Nâzım Hikmet bana bir mektup yazdı. “Neredesin? Seni çok özledim. Yaptığın resimleri hemen paketle, hangi yoldan geleceksen gel. Biz seni karşılayacağız.” diyor. Beni Münevver yenge karşıladı. Nâzım Hikmet’in annesinin evine gittik ve orada tabloları bir bir açıp duvarlara astık. O dönemde Celal Esad Erseven, 5-6 yıldan beri ansiklopedi yazmakla uğraşmaktaydı. Nâzım Hikmet’in annesinin evinde benim resimlerimi gördü, bir bir hepsine baktı. Bakıp bakıp konuştu. “Bunlar Natüralizm değil, Kübizm değil, sürrealizm değil. Şimdi  ben bunlara ne diyeyim?” dedi. Nâzım Hikmet karşısına çıktı. “Hoca hoca” dedi. “Bunlara Balabanizm dersin.”

Bilim ve Ütopya: İbrahim Bey, bizleri ağırladığınız için çok teşekkür eder, önümüzdeki yıllarda yepyeni tablolarınızla bizleri aydınlatmanızı temenni ederiz.

Bu Haberi Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.