Tam bağımsızlık iddiasının somut karşılığı

ABD’nin PKK’yı açıktan silahlandırarak kullanması ve 15 Temmuz kalkışması sürecinde, Türkiye’deki siyasal güçlerin tam bağımsızlık konusundaki hassasiyetlerinde aslında ne kadar tutarsız ve hazırlıksız olduğu da ortaya çıktı. Özellikle Vatan Partisi dışındaki muhalefet partileri ve tabanlarının tam bağımsızlıktan yana söylemleri gündelik siyasete dönüştürmekte ne ölçüde başarısız oldukları görüldü.

 Türkiye’de adı ister milliyetçi, ister Atatürkçü ister muhafazakâr olsun, siyasal güçlerin en büyük siyasal açığı, emperyalizm hakkında düşünmemiş olmalarıdır. Yanlış anlaşılmasın, emperyalizm diye bir kavramı bilmezler, emperyalizme karşı değillerdir demiyorum. Ancak pratiklerinin de kanıtladığı üzere, siyasal analizlerinde, nelerin olup bittiğini anlama çabasında emperyalizm teorisinden hareket etmezler. Emperyalizmi kabaca bir yaklaşımla “sömürgecilik” diye adlandırıp geçtikleri, onun somut mekanizmaları ve işleyişine kafa yormadıkları için siyaset yapma tarzlarının merkezine bu ekseni koymazlar. Lafa “sözkonusu vatansa…” diye başlamayı pek seven en solcusu bile emperyalizme karşı olmayı, “her çeşit sömürüye karşı olmak” diye tanımlanabilecek ahlaki tutumla ilişkilendirdiği için, hiçbiri antiemperyalizmi tutarlı ve bütünlüklü bir programa dönüştürememiştir.

 Oysa emperyalizm teorisi olan bir hareket, siyasal stratejisini oluştururken bazı soruları cevaplayarak işe başlamak zorundadır. Bunların ilki, Türkiye emperyalist sistemin neresindedir, dünyayı paylaşanlar arasında mı, yoksa paylaşılmak istenenler arasında mı sorusudur. Atatürk bu soruyu Türkiye mazlum milletler safındadır. Türk Devrimi, emperyalizm karşısında mazlum milletlerin uyanış davasına önderlik etmektedir diye cevaplamıştı.

 Eğer bu soruyu Atatürk gibi cevaplarsanız, dünya piyasalarıyla bütünleşme, gümrük birliği, korumasız bir ekonomi, serbest piyasa, özelleştirme vb. gibi sizi emperyalist merkezlerin ekonomik denetimine sokacak bir ekonomi programı üretemezsiniz. Bunun yerine kamu öncülüğünde karma ekonomi, planlama, iç piyasayı koruma, halkın alım gücünü arttırma, bölgeler arası dengeli kalkınma vb. gibi unsurları olan bir programınız olur. Çünkü emperyalizm çağında Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülkenin kuralları batılı ülkeler tarafından konulmuş bir uluslararası ekonomik sistemde, kalkınmayı başarması ve muasır medeniyet düzeyine çıkması mümkün değildir, olamamıştır da zaten. Oysa dönüp Türkiye’deki siyasal partilerin programlarına baktığımızda, Atatürk’e en sadık gibi görünen güçlerin bile AB tam üyeliğinden tutun, özelleştirmeyle devleti küçültme ve serbest piyasa tanrısına tapma gibi savrukluklar içinde olduklarını görüyoruz. Neden böyledir sorusunun cevabı ayrı bir yazının konusu. Ancak 1937’de diğer ilkelerle birlikte devletçiliğin de anayasa ilkesi haline getirilmesinin nedeni gayet açıktır. Türkiye yeniden emperyalizmin tahakkümü altına girmek istemiyorsa, siyasal partilerin pragmatizm, popülizm ve yüzeysellik yüzünden ülkenin ve milletin stratejik amaçlarını kurban etmelerinin önüne anayasal bir set çekilmesi gerekliydi.

 İkincisi, Türkiye emperyalist sistemin tahakkümü altındaysa, nasıl kurtulabileceğidir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin içinde örgütlenmesine izin verilen Atlantikçi sistemin kurumlarından nasıl kurtulacağız? Türkiye’nin batıdan gelen baskıları göğüslemesine ve dış politikada manevra alanı kazanmasına imkân veren seçenekleri var mı, varsa hangi ülkelerle ne tür ittifaklar yapılmalı? Atatürk bu soruları Sovyet dostluğu ve bölge merkezli dış politika diye cevaplamıştı. Oysa bugün en Atatürkçü, en milliyetçi güçlerde bile görülen batı hayranlığı, bölge ve Asya ülkelerine karşı Amerikan ağzıyla dile getirilen önyargılar antiemperyalist iddiaların yüzeyselliğinin bir başka kanıtı durumundadır.

 Üçüncüsü, emperyalizm, ülkemizin içinde hangi somut mekanizmalarla örgütlüdür, hangi örgütlerle, hangi kişilerle iş görmektedir sorusudur. Ortada hava gibi varlığını bildiğimiz ama göremediğimiz bir “bağımlılık heyulası” mı vardır yoksa emperyalizm bazı somut araçlara sahip midir? Eğer cevap ikincisiyse, iç siyasette tam bağımsızlık hedefine yürüyebilmek için hangi örgütlerin, hangi kimselerin, hangi mekanizmaların hareket alanlarını daraltmamız gerektiği ortaya çıkar. Mesela FETÖ’ye laikliğe karşı gerici bir örgüt olduğu için mi karşı olmalıyız yoksa emperyalizmin içerideki operasyonel aleti olduğu için mi? Eğer FETÖ tasfiye edilir, ordudan, polisten, ekonomiden ve toplumsal saygınlık düzleminden geri itilirse, bu tam bağımsızlık siyaseti izleyenlerin önünü açan bir etki yaratır mı? Uğur Mumcu, Aksoy, Kışlalı gibi tam bağımsızlıkçıların katledilmesini, Ergenekonlarla Balyozlarla hapsedilip itibarsızlaştırılmasına çalışan somut araçların tasfiyesi, tam bağımsızlığa giden yolu açması bakımından iyi midir, kötü mü?

 Eğer cevabınız “iyidir” olacaksa, benzer bir biçimde HDP’nin kapatılması talebine, yasal partidir, şu kadar oy alıyor diye pragmatik açıdan değil, emperyalizmin içimizdeki operasyonel yeteneğini daraltmak açısından yaklaşırsınız. Bütün tam bağımsızlık iddianıza rağmen meseleye parlamenter sandalye ölçüleri açısından bakarsanız, HDP’nin kapatılması talebinde seçmen kitlesine yağcılık imkânını tepmekten başka bir şey göremezsiniz. O da bir siyasettir tabi. Ancak ister Atatürkçülük ister milliyetçilik adına yapılmış olsun, tam bağımsızlık iddianızın çocukça olduğunu kabul etmesi şartıyla. (AYDINLIK)

Bu Haberi Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.