Et, ekmek ve meşrubat

Toprağı terk eden milyonlar şehirlerde toplanırken Türkiye beslenme bağımsızlığını yitiriyor. Araştırmacı-Yazar Erhan Ünal, “Zaman azalıyor fakat henüz çok geç değil” diyor.

Bir zamanlar tarımda kendine yeten ülkelerin başında gelen Türkiye’de üretimden koparılan kırsal nüfus büyük kentlere yığıldı. Türk çiftçisinin son 15 yılda terk ettiği ekilebilir arazilerin toplamı Belçika’nın yüzölçümünden büyük. Bakliyattan ete, buğdaydan pirince bir çok temel gıda ürünü ithal etmeye başlayan Türkiye’nin beslenme bağımsızlığının tehlikede olduğu yönünde konunun uzmanlarından ciddi uyarılar gelmeye devam ediyor. Onlarca kültürü bir arada barındıran Anadolu’nun hangi kentine giderseniz gidin üç temel ürünün işgali altında olduğunu görüyorsunuz: Et, ekmek ve meşrubat. Adı dürüm de olsa, Hamburger de olsa fark etmiyor, temelde et, ekmek ve meşrubata dayalı bir yeme içme kültürü binlerce yıllık zengin beslenme alışkanlıklarının sonunu getiriyor. Neredeyse her kentin kendine özgü onlarca yemeği, yerini endüstriyel üretimin bantlarından dünyaya yayılan gıdalara terk etmiş durumda.

ANADOLU COĞRAFYASINDA TARİHTE GÖRÜLMEMİŞ DEĞİŞİM

Dünyanın uygarlıklar tarihinin yazıldığı Anadolu topraklarında Hititlerin başkenti olan Çorum’dan Doğu Roma’nın görkemli başkenti İstanbul’a, Homeros’un İzmir’inden Strabon’un Amasya’sına kentlerde hep aynı küresel merkezden planlanan ve dolaşıma sokulan bir beslenme biçimi hakim. Sahip olduklarıyla uğruna binlerce yıldır ele geçirilme savaşı verilen Anadolu Edirne’den Ardahan’a küresel gıda savaşının tam ortasında. İnsanlığın ayağa kalkıp kültür ateşini yaktığı Anadolu topraklarında bugün yaşayan insanların beslenme biçimleri tarihte ilk kez bu denli kökten bir değişimle karşı karşıya. “Hızlı ve kolay” kavramlarının adeta birer şifre gibi dolaşıma sokulduğu küreselleşme çağında, ana caddelerden arka sokaklara kentler tek tip beslenme kültürünün işgali altında.

TOPLA TÜFEKLE YAPILAMAYAN ELE GEÇİRME GIDA İLE YAPILIYOR

Savaşlarda topla, tüfekle, mermiyle yapılamayan kuşatma ve bağımsızlığı ele geçirme operasyonu, soya, mısır ve buğday ile adım adım ve yıllardır büyük kararlılıkla yürütülüyor. “Can boğazdan gelir” atasözünün yaşamı özetlediği toprakların tarihinde ilk kez can, boğazdan gidiyor. Beslenmeye bağlı sağlık sorunları yüzünden yaşamını yitirenlerin oranı her geçen gün hızla yükseliyor. Gıdanın kaynağı olan tohumu üretenle, şifanın kaynağı olan ilacı üretenlerin tek bir elden yönetildiği günlere gelindi…

ÖNCE TOPRAKLAR SONRA DA EKMEKLER BİTTİ

Araştırmacı Yazar Erhan Ünal, kısaca özetlenen bu tablonun arkasındaki büyük oyunu, 50 yıla yaklaşan deneyimleri ve dünyanın pek çok ülkesini kapsayan titiz bir araştırmanın ürünü olan iki kitabıyla gözler önüne sermeyi başardı. “Toprak Biterken” adıyla Ocak 2017’de Asi Kitap’tan yayınlan ilk kitabında ‘Küresel Finans Oligarşisi’ olarak adlandırdığı merkezin dünyanın toprak, su ve tohum kaynaklarını nasıl ele geçirdiğini belgeleriyle gözler önüne sermişti. Büyük ilgi gören bu ilk kitabın hemen ardından Ekim 2017’de ‘Ekmek Biterken’ adıyla aynı yayınevinden ikinci bir kitap daha yayınlayan Erhan Ünal’ın kişisel yaşamında da kendi gıdasını kendisi üreten bir üretici olması tarım ve gıda konusundaki yaşananları daha yakından ve çıplak gözle deneyimlemesini sağlıyor. Ekmek Biterken kitabında, küresel bir merkezden yönetilen toprak, su ve tohum gaspının ikinci adımı olan gıda üretiminin küresel ölçekte nasıl şekillendiğini anlatan Erhan Ünal, üreticiden tüketiciye, tarladan sofraya, köyden kente hızla yitirilen beslenme bağımsızlığının Türkiye’yi getirdiği yere işaret ediyor.

ERHAN ÜNAL: ‘ZAMAN AZALIYOR FAKAT HENÜZ ÇOK GEÇ DEĞİL’

Katıldığı etkinliklerde ve kitap fuarlarında üreticilerden tüketicilere, öğrencilerden ev kadınlarına pek çok kesimden okurla bir araya gelen Erhan Ünal, beslenme bağımsızlığını kazanmanın yolunun üretmekten ve dayatılan yaşama biçimlerini değiştirecek bireysel adımlardan geçtiğini savunuyor. Bugünlerde küresel finans oligarşisi adını verdiği yapılanmanın tarihsel köklerini ve gelişimini ele alan üçüncü kitabını yazmakla uğraşan ve her fırsatta okurlarıyla buluşan Araştırmacı Yazar Erhan Ünal ile Türkiye’nin beslenme bağımsızlığını konuştuk. Ünal’a göre zaman azalıyor fakat kurtuluş için henüz çok geç değil.

İşte beslenme bağımsızlığının yitirilmesiyle yurt bağının da ortadan kalkacağına işaret eden Erhan Ünal’ın gözünden küresel gıda ve tarım savaşının ayrıntıları:

“Ülkemizin ‘beslenme bağımsızlığının’ iki ana direği, yerel kaynaklara ve kendi coğrafyamıza has tarımsal üretim ve bu üretimin cefakâr savaşçıları köylümüz, dışarıdan yönetilen planlı, sinsi ve aralıksız sürdürülen bir saldırının hedefine konmuş durumda. Geniş bir zaman dilimine yayılan bu sistematik saldırının amacı Türkiye’nin bağımsız bir ülke olarak yaşayabilmesinin en temel şartı olan beslenme bağımsızlığına son vermektir. Beslenme bağımsızlığını tümüyle kaybeden bir ülkede, halkı birbirine bağlayan sosyal bağlar zayıflar ve giderek kopar. Daha öz olarak ifade etmek gerekirse, ‘yurt bağı’ kalmaz, dolayısıyla ‘yurttaşlık’ kavramı anlamsızlaşır.

2. DÜNYA SAVAŞININ ARDINDAN BAŞLATILAN KÜRESEL TARIM SAVAŞI

Küresel Oligarşi, tüm dünyada insanlar üzerindeki hâkimiyetini mutlaklaştırabilmek amacıyla, çok uzun yıllardan beri yaptığı sinsi hazırlıkları ve alt yapı girişimlerini II. Dünya Savaşı sonrasında, açık uygulama aşamasına dönüştürerek, tek merkezden yönetilen bir ‘Endüstriyel Tarım Savaşını’ başlatmıştır. Tarım Savaşının hedefi, tarımsal üretimin ana unsuru olan ekilebilir toprakları ve temel tarımsal ürünlerin tohum materyalini standartlaştırarak, Küresel Merkezin kontrolüne almak olmuştu. Bu kapsamda ilk saldırı, Meksika’da kurulan buğday ve mısır ıslah merkezinde (Centro Internacional de Maiz y Mejoramiento de Trigo / CIMMYT ) geliştirilen hibrid tohumlarla ev sahibi Meksika’ya ve Hindistan’a olmuş hemen ardından diğer hedef ülkeler olan Türkiye ve Pakistan ‘program’ kapsamına alınmıştır.

MEKSİKA

TÜRKİYE’DE UN VE YAĞ İLE BAŞLATILAN DÖNÜŞÜM

Bu küresel plan ve uygulamaları çerçevesinden olarak, 1950’lerden itibaren Türkiye’de en temel tarım ürünlerinden (buğday ve zeytin) ve onların birincil türevlerinden (un ve zeytinyağı/sıvı yağ) olan ana gıda maddelerinden başlanarak tarımsal üretim ve üretici (köylülük) sistematik olarak baltalanmaya ve dönüştürülmeye başlamıştı. Türkiye’de ABD’den yönlendirilen, geleneksel tarımı ve üretimi önleme ve baskı altında tutma saldırıları bir yandan sürdürülürken, öte yandan bu girişimi zamanla tarımsal üretimin tamamına yayabilmek için ilgili bakanlıklara yönelik yapısal hazırlıklara girişilmişti. 1950’lerden başlayarak Tarım bakanlığı Amerikalı “uzmanlarla” doldurulmuş, endüstriyel tarımın ‘olmazsa olmazı’ yoğun sulamayı garantilemek için Amerikalılarca Devlet Su İşleri kurulmuş ve plan gereklerine göre ülkemizde kurumsal ve personel olarak yapılandırılma başlanmıştı. (Ayrıntılı bilgi için bkz: Toprak Biterken, Asi kitap yayınları Ocak 2017)

ÜRETİMİ BALTALAMANIN GERÇEK AMACI MUTLAK KÜRESEL HAKİMİYET

Günümüzde de zaman zaman yaşadığımız, Türkiye’de yerli tarımsal üretimi baltalama girişimlerinin nedenlerini ve bu girişimlerin gerçek amacını, yukarıda kısaca çerçevesini çizdiğim Küresel Oligarşinin ‘Mutlak Küresel Hâkimiyet’ planları açısından bakarak anlayabiliriz. Aksi takdirde olanların nedenlerini sadece bize medyanın gösterdiği kadarıyla, zamanın iktidar partilerinin ve onların yetkililerinin yeteneksizlikleri ya da kötü niyetleri ile açıklamaya çalışırız. Zamanla iktidarlar değişir, yetkililer değişir fakat gözlüklerimiz uygun olmadığı için sorunların neden hala aynı kaldığını da bir türlü çözemeyiz.

ZEYTİNDEN PANCARA TÜRK TARIMINA YÖNELİK SALDIRILAR

Geçtiğimiz 2017 yılında sırası ile önce zeytinlikleri koruma yasasının gevşetilmesi gündeme geldi. Ardından fındık üreticilerinin üzerindeki fiyat baskısının nasıl onları fındık üretimini terk etme noktasına getirdiğini gördük. Derken üzüm yetiştiricilerinin fiyat baskısı altında nasıl ezildikleri, ardından Adıyamanlı tütün yetiştiricilerine uygulanan yasaklarla soluklarının kesilmeye çalışılması geldi. En son olarak da 696 sayılı KHK ile şeker kurumu kapatıldı. Böylece pancar üreticisi küresel piyasaların hâkimi NBŞ üreticilerinin amansız rekabetine (boğucu baskısına) terk edildi. Saldırılar birbirini takip ediyor ve insanlarımız neler döndüğünü anlayamadan ve olanların nedenlerini tam kavrayamadan yeni saldırılarla karşı karşıya kalıyor ve ümitsizce bu yeni saldırıları anlamaya, gücü yettiğince karşı koymaya çalışıyorlar.

BESLENME BAĞIMSIZLIĞIMIZIN TEMELİ BİR BİR YOK EDİLİYOR

Geçtiğimiz sene zeytinlikleri koruma yasasının gevşetilmesi için yapılan yasal girişimin, zaten ekonomik olarak zor durumdaki çiftçiyi zeytinlikleri satmaya zorlayacağını çabuk fark eden insanlarımızın reaksiyonu hızlı ve güçlü oldu. Zeytinyağı ne de olsa daha yaşamsal bir ihtiyaç ve ülkemizde güçlü geleneksel kökleri var. Tepki büyük olunca yasa tasarısı geri çekildi. Türkiye’de zeytinlikleri giderek yok etmek için bu kaçıncı girişim? Her seferinde önce yükleniyorlar tepkiler büyüyünce geri çekiliyorlar ve ortalık sakinleşiyor, ancak kısa bir süre sonra aynı konu yine masaya geliyor. Durup dururken bir zeytinle bir fındıkla kim uğraşıyor? Pancar, üzüm, tütün, pamuk, koyun ve keçi derken milli tarımımızın ve bağımsızlığımızın temel öğeleri tek tek hedefe konuyor ve beslenme bağımsızlığımızın temel öğelerini bir bir yok etme savaşı sürüp gidiyor. Muazzam bir pamuk üreticisi olan ülkemizde pamuk ekim alanları alabildiğine daraltılıyor. Çarşamba Ovası’nda çeltik ekimini baltalamak için elden gelen yapılıyor…

‘UCUZ ET’ SÖYLEMİYLE BİNLERCE TON KARGAS ET İTHAL EDİLİYOR

Bütün bunlara eklenmiş bir hayvancılık sorunu ve bununla bağlantılı bir de ‘ucuz et’ konusu çıktı ortaya. Ortalığa salıverilen ucuz açıklama şöyle: ‘Efendim ülke et darboğazında, yeteri kadar et üretilmiyor dolayısıyla vatandaşı ucuz ete kavuşturmak için mecburen et ithal ediyoruz’. İnsan sormaz mı neden et üretilemiyor, ne oldu bu ülkenin uçsuz bucaksız meralarına, dağları, tepeleri kaplayan koyun keçi sürülerine diye? Bu yapay soruna çözüm olarak da bir yandan ‘endüstriyel kapalı alan besiciliğini’ yaygınlaştırmak ve öbür yandan muazzam boyutlarda canlı sığır ve karkas et ithali öne sürülüyor. Bu kapsamdan olarak dışarıdan yüz binlerce adet canlı büyük baş hayvan ve küçükbaş hayvan, binlerce ton karkas et ithal ediliyor.

‘ANLAMSIZ ET İSTERİSİ BULAŞICI HASTALIK GİBİ YAYGINLAŞTIRILIYOR’

Şehirlere yoğunlaştırılmış geniş insan kitleleri, kurulu küresel komplonun borazancılığına soyunmuş olan kimi medya organlarının da gaza getirmesiyle, yapay bir et kıtlığının korkusu ile ‘ucuz et’ peşinde koşuşturulmaya başlanıldı. Bir bakıyorsunuz Sırbistan’dan et ithali gündeme geliyor, bir bakıyorsunuz Sudan’dan. Derken, ‘filan süper markette sığır eti iki lira ucuzmuş, yok öbür süper markette üç lira ucuzmuş’ diyerek, sanki haftada kilolarca et yermişiz gibi insanlarımızı 2 lira için oradan oraya koşturuyorlar. Televizyonlara vatandaşlarımızı çıkarıyorlar, ev hanımlarını, kasapları konuşturuyorlar. Yapay ve anlamsız bir et isterisi, bulaşıcı bir hastalık gibi yaygınlaştırılıyor. Amaç: ‘ucuz et bulacağız’ diye koşuşturulan insanların, bu koşuşturma telaşı içerisinde neden koşuşturulduklarını dahi düşünememelerini sağlamak.

TARIMI VE HAYVANCILIĞI BİTİRME KAMPANYALARININ ARKASINDAKİ PLAN

Geniş kapsamlı olarak üst bürokrasi, merkez medya, bazı akademisyenler, bazı siyasiler ve dış ortaklı büyük yatırımcılar tarafından ısrarla sürdürülen tarım ve hayvancılığı bitirme kampanyalarının arkasında çok ciddi bir plan var. Bir oradan, bir buradan ikide bir önümüze getirilen tarımsal üretim ve hayvancılığı bitirmeye yönelik girişimler arızi, yani bazı yanlışlıkların doğal sonucu olan sıradan günlük olaylar değil. Zaten yaşı biraz ileri olanlar hatırlarlar; bu gün olanlar dün de öyleydi, bundan 20 yıl önce de böyleydi. Bütün bu sistematik saldırılar hala sadece bazı yöneticilerin ve yetkililerin basiretsizliği ve bilgisizliği olarak görülebilir mi?

İKTİDARLAR DEŞİĞİYOR AMA SALDIRILAR DEĞİŞMİYOR

Sadece böyle olsa, sorun çoktan çözülmüş olurdu. Bu ülkede 1946’dan beri kırk kere iktidar değişti ve her iktidar değişiminden sonra bu saldırılar aynen devam ediyorsa, o zaman biz millet olarak hala yeni bir iktidar ve yeni bir kadro ile her şeyin düzeleceğini niye umuyor ve bekliyoruz? Biz sıradan insanlar çok mu ahmak ve tembeliz? Dört ya da beş senede bir gidip inandığımız bir partiye oyumuzu vererek, kendimizin ve çocuklarımızın geleceğini bir takım tanımadığımız insanlara ihale ediyoruz? İnsanlarımızın bir kısmının olan biteni anlama ve gerektiği gibi davranış gösterme konusunda alabildiğine iştahsız olduğu doğru, fakat esas neden sadece bu da değil.

‘ÖLDÜRÜCÜ BASKI GİDEREK ARTIYOR’

Benim bildiğime göre Türkiye işgal altında bir ülke değil! Pekiyi kim çekiyor bu ipin ucunu da, boğazımıza dolanan bu kemendi bir türlü gevşetemiyoruz ve öldürücü baskı giderek tehlikeli bir şekilde artıyor? Olayın arkasında çok ciddi boyutlarda küresel bir plan olduğunu söyledim ve bu küresel planın hedefinde sadece bizim ülkemiz yok. Afrika’daki ülkeler öncelikli olmak üzere diğer bütün ülkeleri kapsayan genel bir tutsaklaştırma planı yürütülüyor. Bu planın en önemli kısmı bütün ülkelerde tarımsal üretimin bağımsız ve yöreye özgü boyutunun yok edilmek istenmesidir. Küresel Oligarşi’nin görevlendirdiği kuruluşlar bunu en kolay olarak Güney Amerika ve Afrika ülkelerinde gerçekleştiriyorlar. Bir yandan özel amaçlı olarak oluşturulan terör örgütleri kırsaldaki insanları tarımsal üretimden kopararak şehirlere doğru sürerken, öte yanda sözde yardım kuruluşları kitlesel boyutlarda bu ülkelere yardım adı altında sokulan GDO’lu mısır, soya ve dondurulmuş tavuk kırıkları ile yerli üretimi bilinçli olarak fiyat baskısı altına sokup boğuyorlar.

TARIMSAL ÜRETİM NEDEN ŞEHİRLERDEKİ İNSANLARIN DERDİ DEĞİL

Konuya bir de aşağıdan yukarı doğru bakarsak: Bir ailenin en büyük yaşamsal endişesi başta çocukları olmak üzere yeterince beslenememektir. Bunun için de aç ve açıkta kalmamak, eve para getirebilmek için babalar çalışır, üstüne anneler de çalışırlar. Çoğunluğu artık şehirlerde yaşayan insanlarımızdan esnaf ve zanaatkâr olanlar kendi iş yerlerinde günlük nafakasını kazanmak için ter dökerken, geri kalanların hemen hepsi, ya devletten ya da özel şirketlerden hizmetleri karşılığında aylık maaş alırlar. Dolayısıyla şehirlerde yaşayan insanların büyük bir çoğunluğu yaşamlarını sürdürebilmek için en başta aylık olarak alacağı paranın önce devam etmesine, sonra da miktarına odaklıdırlar. Bu yaşamsal bir endişelerin hâkim olduğu ortamda, tarımsal üretimin içinde bulunduğu güncel sorunlar şehir insanlarının pek de günlük endişelerini oluşturmaz.

“KÖYLÜ, AİT OLDUĞU TOPLUMUN BEL KEMİĞİDİR”

Farklı olanlar var mıdır, varsa kimlerdir? Köyde yaşayan ve üretenler! Köyde yaşayan insanlarda, şehirdekilerden farklı olarak açlık konusunda yaşamsal endişe yoktur çünkü beslenmeleri için gerekli olan şeyleri zaten kendileri üretirler. En başta ne kadar tüketeceğini, ne kadar üreteceğini bildiği için bireysel üretim planlaması temel ürün çeşitliliklerini içeren, toprağından kopmamış ve ekip dikmeye devam ederek üretime devam eden bir köylüyü açlıkla korkutamazsınız. İkincisi, açıkta kalmakla da korkutamazsınız. Hiç değilse bir göz evi zaten vardır. Onu da gelip yıksanız, gider toprağının öteki köşesine bir daha yapar. Bu şartlarda asırlardır yaşayan köylü dik, inatçı ve korkusuz olup, nesiller boyu ekip diktiği toprağına ölümüne bağlıdır. Sosyal açıdan bakıldığında, bu özellikleri ile köylü, ait olduğu toplumun bel kemiğidir.

KÜRESEL OLİGARŞİNİN İLK HEDEFİ KÖYLÜLÜĞÜ YOK ETMEK

Böyle olunca bütün insanları tutsak kılarak belli bir sistem dâhilinde katı ve mutlak bir tarzda yönetmek isteyen Küresel Finans Oligarşisi, ilk önce ülkelerin beslenme bağımsızlığını yok etmek için çalışmaktadır. Bu amaçla da kademeler halinde çok katı ve acımasız bir programı küresel olarak uygulamaktalar. Bu program çerçevesinde, toprağına, dolayısıyla vatanına çok köklü bağlarla bağlı olan köylülüğü tasfiye etmek Küresel Oligarşi açısından birinci hedef olmak durumundadır.

AVRUPA’NIN AÇLIKLA SAVAŞI

Bu programın bireysel yaşama küresel boyutlarda en açık seçik yansıması 2. Dünya Savaşı sonrasıdır. Ülkesinde tek kurşun dahi atılmadan savaştan muzaffer çıkmış olan ABD, savaş sonrasını çok önceden planlamıştı. Kazananların, kaybedenlerle birlikte savaştan yanmış ve yıkılmış olarak çıkmış olduğu Avrupa’da onlarca milyon insanın evsiz barksız vaziyette, müthiş bir açlık ve sefaletle karşı karşıya kalacağı biliniyordu. Savaşı kazanan safta olan İngiltere ve Fransa da aynı şekilde perişan ve bitkin olarak dizlerinin üstüne çökmüş durumdaydılar. Avrupa’nın dışındaki Türkiye gibi ülkeler bile, savaşa katılmasalar da seferberlik durumundan ve ekonomisine dolaylı yollardan aldığı darbelerden dolayı ekonomik açıdan çok zor durumda kalmışlardı.

MARSHALL YARDIMI İLE BAŞLATILAN KAMPANYA

‘Savaş sonrasında yeniden küresel yapılanma’ senaryosunu yazanlar bütün bu ülkeleri Amerika üzerinden ciddi şekilde ekonomik baskı ve bağımlılık tutsaklığına alabilmek için gerekli planları çok önceden yapmışlardı. Savaş biter bitmez, Avrupa’da çok ciddi boyutlarda aç ve açıkta kalan halka ‘yardım’ adı altında, hepimizin bildiği ‘Marshall Yardımı’ diye bilinen kampanyayı harekete geçirdiler. Adı yardımdı ama sonra yoğunluklu olarak krediye dönüşmüştür. Bu plan çok önceden yapıldığı için uygulamada ihtiyaç duyulacak merkezi kurumlar da öncelikli olarak oluşturulmuştur. Bunların en önemlisi Dünya Bankası’dır. Savaşın bitiminden iki yıl önce, 1944’te ABD’deki Bretton Woods şehrinde müttefiklerce yapılan toplantıda kurulma kararı alınmıştır. Dünya Bankası’nın görevi, bütün dünyaya ABD üzerinden dağıtılacak olan büyük kredilerin (Küresel Finans Oligarşisi’nin kara parasının) hem dağıtımının, hem de tekrar faizleriyle toparlanıp geri getirilmesini organize etmekti. O ülkelerdeki borçlanmanın belli şartlarda kontrolü ve yerel ekonominin plan hedefleri yönünde yapılandırılabilmesi için de Uluslararası Para Fonu (IMF) adlı yapının kurulma kararı da 1944’tür. Bir karar daha var, o da çok önemli; dünyada hâkim para biriminin ABD Dolar’ı olmasına karar verilmiştir. Böylelikle bugünkü küresel ekonomik baskı ve merkezi hâkimiyet düzeninin en önemli adımları atılmış olur. (Bkz.: Toprak Biterken, Sayfa:79-83)

ABD SAVAŞ EKONOMİSİNİN ARTIKLARI VE ENDÜSTRİYEL ÜRETİME GEÇİŞ

Savaştan sonra dağıtılan, inanılmaz boyutlardaki nakit krediler ile çeşitli malzeme bu planlar çerçevesinde başta Avrupa olmak üzere dünyaya sürüldü. Kaynaklar, Küresel Oligarşinin ‘kara kasaları’ ile ABD savaş ekonomisinin muazzam boyutlardaki artıklarıydı. Bretton Woods’ta yapılan planlara uygun olarak ‘yardım’ adı altında bağımlılık yaratmak ve giderek bu bağımlılığı ağırlaştırmak amacıyla dağıtımı yapılan bu para ve malzemenin kullanım alanları ve şekli de kesin olarak şartlara bağlanmıştı. Savaştan yanıp yıkılmış ülkelerin, o parayı acil olarak ve Küresel Merkez’in amacı dışında kendileri için önemli ama esas büyük planı yapanlar açısından istenmeyen taraflara yatırılmasını önlemek için de IMF eline sopayı alır araya girer. ‘Bir dakika ben sana parayı bunun için vermedim, ancak benim göstereceğim yere ve planladığım şekilde kullanabilirsin’, der. Böylelikle bu ülkelerin en başta tarımsal faaliyetlerinin, merkezi plana göre yeniden şekillenmesi sağlanmaya başlanır. Köylülüğün tasfiyesi hızlandırılır, tarımsal üretim ve hayvancılık süratle endüstriyel tarıma ve endüstriyel besi hayvancılığına evrilir.

AVRUPA’NIN HER YERİNDE AMERİKAN YAĞ SIKMA FABRİKALARI KURULDU

Örneğin, Türkiye’den çok daha önce Avrupa’daki sersefil vaziyetteki insanların yeniden bir şeyler yiyip içebilmeleri için Avrupa’nın her tarafında ABD tarafından yemeklik sıvı yağ sıkma fabrikaları kurulmaya başlandı. Çünkü ABD kendi soya ve mısır üretimini daha savaş yıllarında o zaman için rekor seviyelere çekmiş bulunmaktaydı. Fransa ve Almanya’da kurulan yemeklik yağ rafinerilerinde sıktırılan soya fasulyesinden elde edilen sıvı ve katı (margarin) yağlar Avrupa’daki insanların mutfaklarına ulaştırılarak tükettirilmesi sağlandı. Sıkılan ürünlerden arta kalan küspeler de yeni plana göre yine o ülkelerin hayvancılığının sistematik olarak planlara uygun olarak şekillendirilmesi amacıyla kullandırıldı.

1948’DE ROCKEFELLER AİLESİNİN MEKSİKA’DA BAŞLATTIĞI PLAN

Yukarıda sözünü ettiğim Buğday ve Mısır ıslah merkezinin (CIMMYT ismi 1960’lardan sonra kullanılmaya başlanmıştır) çalışmalarını, savaşın hemen arkasından 1948’de Amerikalı meşhur Rockefeller ailesinden Nelson Rockefeller ve savaştan önce Roosevelt’in tarım bakanı olan Henry Wallace ile beraberce Meksika’ya giderek bir düzene oturturlar. Bu kuruluşun başına da Rockefeller Vakfı’nın tarım uzmanlarından Norman Borlaug adında bir tarım teknisyenini getirip koyarlar. Aslında bir finans ve endüstri devi olan Rockefeller ailesinin tarımla doğrudan bir ilgisi yoktur. Fakat bu aile Küresel Finans Oligarşisi’nin genel harekât planları içerisinde hareket ettikleri için çeşitli maksatlarla kurdukları sayısız vakıfların arasında öjenik (insan ırkının saflaştırılması hareketi) ve tarımsal çalışmalar yürüten vakıfları da bulunmaktaydı.

1960’LARDA TÜRKİYE’YE DAYATILAN SONORA 64 BUĞDAYI

Meksika geniş tarım alanlarına sahip bir ülke. Burada ilk yaptıkları şeylerden birisi, melez bir hibrid buğday cinsini geliştirmek olmuştu. Bu buğday uzun saplı ve iri başaklıydı. Fakat tarımla uğraşanlar bilir, yağmur ve rüzgâr bir araya gelince sapları kırılıyordu. Bunu da Japonya’dan aldıkları cüce bir buğday ırkı ile melezleyip kısa boylu ve iri başaklı bir hibrid buğday cinsi elde ettiler. Sonra da bütün dünyaya bu buğdayı dayatmaya başladılar. Bizim ülkemize de bu hibrid buğday 1960’lı yıllarda ‘Sonora 64’ adıyla dayatıldı. Anadolu’nun yerli buğday ırkları en geç bu tarihten sonra adım adım bir gerileme ve yok olma sürecine sokuldu. Türkiye’de uygulanan bu Sonora 64 operasyonu rahmetli Doç. Dr. Osman Nuri Koçtürk’ün yana yakıla bahsettiği konulardan biriydi.

YEREL TOHUMLARA KARŞI BAŞLATILAN KÜRESEL SAVAŞ

Buğday ve mısır ile başlatılan hibrid tohum dayatması, ilk önce tarımda alan ve üretim kapasitesi çok yüksek olan Hindistan ve Meksika’yı hedef aldı. Bu ülkelerde ulaştıkları başarının ardından Pakistan ve Türkiye’yi devreye aldılar. Ben çok iyi hatırlıyorum; o yıllarda Türkiye’de çok ciddi bir Sonora 64 buğdayı rüzgârı esmişti. Ardından Rusların ‘Bezostaya’sı da girdi ve bu gelişmeler süratle yerli buğday ırklarını baskı altına alarak ardı ardına ortadan yok olmalarına sebep oldu. Yerli buğday, arpa ya da pirinç dediğimiz zaman, bunların arkasında binlerce yıllık bir evrim ve coğrafi adaptasyon süreci var. Bu tohumların hepsi, bulundukları coğrafya ve toprağa uyum sağlamışlar, o toprakta en sorunsuz şekilde insan müdahalesi olmadan büyüme yetisini geliştirmişlerdir. Dolayısıyla küresel olarak herkesin ne ektiğini ne biçtiğini belirlemek isteyen Küresel Oligarşi açısından, ister Türkiye’de buğday, ister Pakistan’da pirinç olsun bu farklı özelliklerdeki binlerce yerli tohum kendi kontrolünün dışında olduğundan dolayı istenmeyen şeylerdir.

HİBRİT BUĞDAYI GETİREN BAKANIN ADINI KONYA’DA BİR MERKEZE VERDİLER

Çünkü on binlerce yerli (yerel) tohumu küresel olarak kontrol edemezsiniz. Ülkeye has tohumlar ülkelerin bağımsızlığının temelini oluşturur. Türkiye’de yerli buğday ekersiniz, fazla gübre vermeden, ilaç kullanmadan ürün yetiştirirsiniz ve o buğdayınız en azından ülkeyi besler. Ama küresel planlar bunun tersini istiyor ve ‘Sen üretme, ben üreteyim ve sen sadece onu ye’ diyor. Ya da ‘benim verdiğim tohumdan üret ki, ben senin ipini her istediğimde çekebileyim’ diyor. Buna kimse uyanmadı mı denilecek olursa, elbette uyananlar, hatta bas bas bağıranlar bile var. Buna karşı ülkemizin içerisinde ‘dışarıdaki üstün güce’ biat ederek onun işaret ettiği doğrultuda faaliyetlerini sürdürenler durdurulamıyor. Konya’da bir tarım araştırma merkezi var; adı Bahri Dağdaş Tarım Araştırma Merkezi. Bahri Dağdaş, Sonora 64 buğdayını Türkiye’ye getiren dönemin Tarım Bakanı’dır. Osman Nuri Koçtürk’ün yana yakıla şikâyet ettiği adamdır.

BÜYÜK OYUNU GÖRENLERDEN BİRİ KOÇTÜRK’TÜ

Niye bütün bunları yapabiliyorlar? Küresel güç bütün bunları yaparken bizim gibi ülkelerin yönetici kadrolarının, teknisyenlerinin büyük bir kısmını alıp dışarı götürmüştür. Bunların içinde Osman Nuri Koçtürk de vardır ama yüz kişi gittilerse bunlardan sadece beş tanesi gördükleri karşısında ‘aman ha büyük oyuna geliyoruz’ diye feryat etmiştir, geri kalanları ise ‘aman kardeşim ben memurum maaşımı alıyorum ve bununla çoluğumu çocuğumu geçindiriyorum’ diyerek boyun eğmiştir.

ÜLKEYİ YÖNETENLERİN BİLMESİ GEREKENLER

Bu bir aylıkla çalışan şehir burjuvası refleksidir. O insanlara kahretmiyorum ama bu mekanizmanın nasıl yılardır hiç aksamadan ülkemiz aleyhine işletildiğini de bilmemiz gerekir. Her insan normal şartlarda kendi içerisinde bulunduğu sosyo-ekonomik düzenin içinde yaşamını devam ettirmeye çaba gösterir. Bu kaçınılmaz bir davranış tarzıdır, fakat küresel güç bu derece genel sosyo-politik iklimi belirleme gücüne sahipse ki bütün olgular bunun böyle olduğunu gösteriyor, ülke yönetiminde söz sahibi bütün güç odaklarının, o zaman küresel merkezin belirlediği yöne doğru eğileceğini de bilmemiz gerekir. Bu yok oluşa doğru giden sürece karşı koymaya istekli ve kararlı dürüst insanlarımızın, nasıl bir sinsi yapı ile karşı karşıya olduklarını bilmeleri çok önemli bir şarttır. Aksi takdirde ortaya konacak her türlü çaba boşuna akıntıya karşı kürek çekmek olacaktır.

‘TOPRAK, TOHUM VE SU TÜRK HALKINDAN ÇALINIYOR’

Eğer ülkeyi ve kendimizi savunma içgüdümüzü tümüyle yitirmemiş isek ve samimi olarak karşı koyma yollarını arıyorsak, ülkemizin ve insanlarının geleceğini ciddi olarak karanlık bir dipsiz çukura doğru çeken Küresel Komployu anlamak, o komplonun yerli ve yabancı aktörlerini tanımak gayretini göstermeliyiz. Anadolu’daki son Türk yurdunu ‘Yurt’ yapan en temel öğeler olan toprak, tohum ve tatlı su kaynakları, bin bir küçük oyunla adım adım Türk halkından çalınıyor ve Küresel Finans Oligarşisi’nin görevlendirdiği 3–5 uluslar üstü kuruluşun kontrolüne veriliyor. Karşı koymak için çok az zamanımız kaldı. Kurtuluş Savaşı öncesinden başlayarak dışarıda, özellikle İngiltere’de yetiştirilmiş olan yerli ihanet kadroları çok katmanlı ve karmaşık bir yapı içerisinde pozisyonlandırılmış bulunuyor. Bütün bu sistem içerisinde ve en üst seviyede yer alan devletler ve uluslararası kuruluşlar Küresel Finans Oligarşisinin kontrolündedir. Özellikle İngiltere ve Fransa Küresel Oligarşi’nin ‘Saray Muhafızlarıdır’. Son yıllarda Türkiye ile sözde dalaşan Almanya ve diğer Benelüks ülkelerinden çok, sessizce arkada duran İngiltere’ye dikkat etmek lazım.

‘KARŞI KOYMAK İÇİN ZAMAN AZALIYOR FAKAT HENÜZ ÇOK GEÇ DEĞİL’

Bu gidişe karşı koyabilmek için ülkemizin kolektif zekâsına ve aydın birikimine ihtiyacımız var. Bu birikimin halk kitleleriyle birleşmesi gerekiyor. İçinde bulunduğumuz ve gün geçtikçe daha da katılaşan politik ve sosyal kutuplaşma, küresel planların ülkemizde başarı ile sonuçlanabilmesi için en uygun ortamı oluşturuyor. Farkındalığı yüksek insanların kafalarını kaldırarak evvela bu tehlikeli sürecin nasıl ve hangi yöne doğru geliştiğini anlama ve bu süreçte yer alan dış güçler ile iç operasyonları yöneten yerli aktörleri tanıma gayretini mutlaka göstermeleri gerekiyor. Bu başlangıç bireysel direnişin de başlangıcıdır. Direnmeye kararlı aydın insanlarımız çözüme giden yolu da bulacaklardır. Zaman azalıyor fakat henüz çok geç değil.” 16.02.2018/ ODATV

Bu Haberi Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.