
“Her şey iki ağaç için mi?” diyenlerin unuttuğu şey, insanın bazen tek bir yaprak için bile kendini ateşe atabileceğiydi…
Yıl 2011…
Anadolu’nun dört bir yanında iyice hızlanan yıkım projeleri, suların kelepçelenmesine, tohumların yasaklanmasına, dağların, ormanların, yaylaların yağmalanmasına yol açıyordu…
Toroslardan Karadeniz’e, Doğudan batıya Anadolu’nun dört bir yanında yaşanan bu vahşi yıkım, vadilerde, su başlarında, yaylalarda yaşayan insanların umutlarını birer birer tüketiyor, vadileri insansızlaştırıyordu…
Tek tek bu yıkıma direnmeye çalıştılar…
Dilekçeler, davalar, eylemler, yürüyüşler…
Hiçbir yol alınamıyordu…


Yıkım durmak yerine iyice hızlanıyor, yaşamı savunanlar vatan hainliği ile suçlanıyordu…
Anadolu coğrafyası sözün bittiği yerdeydi…
Günlerden bir gün, soğuk bir kış günü Beydağlarının koynunda bir çadır kurdu Pervin Ana…
Kocaman bir çadır…
İçine neredeyse tüm Anadolu’nun sığabileceği bir çadırdı bu…
Çadırın tepesindeki ulu çınara bir bayrak astı…
Anadolu yaralıydı…
Dört bir yandan parçalamak istiyorlardı bu güzel yurdu…
Kanla, barutla kazanılan, acıyla, emekle yeniden bağımsız türküleri söylenir hale getirilen bu toprakları vermeyeceğiz isyanı yükseliyordu yurdun dört bir yanından…

O gün, o soğuk kış günü Beydağlarının buluştu, ülkenin her köşesinden gelip, “Anadolu’yu Vermeyeceğiz” diyenler…
Artvin’den, Rize’den, Gümüşhane’den, Hatay’dan, Urfa’da, İzmir’den, İstanbul’dan…
Derelerden, vadilerden, yaylalardan, ovalardan geldiler…
Moğollardan beri görülmemiş bir saldırıyla karşı karşıya kalan Anadolu coğrafyasının binlerce yıldır taşıdığı, büyük savaşlardan geçerek bugüne ulaştırdığı değerlerin birkaç yılda ellerinin arasından kayıp gideceğini biliyorlardı…
Pervin Ana çadırının ortasına kocaman bir çoban ateşi yaktı. Bir tencere koydu üstüne… Mis gibi kokan bir bulgur pilavı pişti içinde…
Ateşin kıyısında elleriyle hamur yoğurup o ateşte ekmek pişirdi…
Çıkınlar açıldı, Anadolu’nun tatları birer birer döküldü bu kardeşlik sofrasına…
Türk’ü Kürdü, Laz’ı Çerkez’i, Arap’ı Acem’i…
Kolejli çocuklar, kentli güngörmüşler, beyaz yakalılar; sağcılar, solcular, liberaller, laikler, mütedeyyinler, ateistler…
Hepsi de Pervin Ana’nın etrafında toplanıp kendilerini birleştiren coğrafyanın tatlarıyla karınlarını doyurdular…
Hiç elektrik kullanmadılar o gece…


Sisli gecenin koynunda bir görünüp bir kaybolan dolunayla, çadırın ortasında yanan çoban ateşinin ışığı yetti onlara…
Konuştular…
Genç bir adam elindeki kocaman kitabın tam ortasını açıp konuştu: “Bu kitaptaki coğrafya tarih olmamalı…”
Konuştular… Konuştukça açıldılar, zihinleri ışıdı, gözlerinin içi güldü. Umutsuzluk umuda, çaresizlik çareye dönüştü…
Çare o kara çadırın içindeydi…
Kardeşlikte…
Çadırın kıyısına tutturulan çarığa ilişti gözler…
Çare çarıktaydı, yani yolda…

İş başa düşünce çarığı ıslatırdı Yörükler. İş başa düşünce, çarık çorabı, çorap da ayağı sıkınca yola düşerdi Yörükler…
O gece, Beydağlarının koynundaki vadide, Pervin Ananın kara çadırında geçirilen o huzurlu gecenin ardından hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı…
Steril, ışıklı, lüks ve konforun ortasında alınan kararları değiştirmek için, ay ışığının altında, doğanın koynunda, çoban ateşinin ışığında aldıkları kararla yola çıkmak istediler…
Yörükler gibi yapacaktı onlar da: Yürüyeceklerdi…
Yürüyecekler ve Anadolu’yu başlarına yıkan kararların alındığı kente varıp, “Yetti gari, Anadolu’yu vermeyoz” diyeceklerdi…
Günler sonra, 2011 Nisan’ında, ülkenin yedi ayrı bölgesinden yola çıktılar…
40 gün 40 gece, binlerce kilometre yürüyerek ırmakların denizlere ulaşması gibi Ankara’ya ulaşacaklardı…
Ne otobüs, ne uçak, ne otomobil, ne de gemi…

Yürüyerek, sadece yürüyerek, yüreklerini ayaklarına, ayaklarını yüreklerine koyup yürüyerek…
Tıpkı Yörüklerin binlerce yıldır yaptığı gibi…
Gandi’nin tuz yürüyüşü, Che Guevera’nın motosiklet yolculuğu, Mustafa Kemal’in Samsun yolculuğu gibi…
Kafası bozulduğunda başını alıp giden ve 40 gün eve gelmeyen köylüler gibi durmaksızın yürüyeceklerdi…
Yunus gibi, Hoca Nasreddin gibi, Dadaloğlu gibi, Köroğlu gibi yürüyeceklerdi…
Kerem gibi, Leyla gibi, Mecnun gibi yürüyeceklerdi…
Yürüdükçe ruhlarındaki pası atacaklar, yürüdükçe zihinlerindeki karmaşayı, benliklerindeki korkuyu atacaklardı…
Yürüdükçe, Hitit tabletlerindeki gibi ekmek yiyip su içecekler, yürüdükçe Anadolu’nun kökleriyle tanışacaklardı…

İlk kez ve çıplak elle, çıplak ayakla, çıplak gözle Anadolu coğrafyasına dokunacaklardı…
Ve toprak uyanınca yola çıktılar…
Nisan’ın en güzel yağmurlarıyla yürüdüler dört bir yandan…
“Anadolu’yu Vermeyeceğiz” diye yola çıkan kervanlar Ankara’ya ulaşıp ülkeyi yönetenlere seslerini duyuracaklardı.
Bu güzel ülkenin zenginliğinin, torunlarına da kalmasını istiyorlardı.
“Zengin kaynakların yoksul bekçisi mi olalım” diyenlere, coğrafyanın, değeri salt parayla ölçülen bir kaynak değil, tüm yaşamın kaynağı olan paha biçilmez bir “değer” olduğunu anlatacaklardı…
Yürüdüler…
O sabah…
21 Mayıs sabahı, yedi bölgeden gelip, Gölbaşında buluştular…
Yine bir Çadır kurdu Pervin Ana…
Tıpkı 40 gün önce yola çıkmadan kurduğu gibi…
Yolda olmak zordu…
Kimi yorgundu, kimi üzgün…
Kimi küskün, kimi yaralı…
Yolda olmak zordu…
Çünkü ancak yolda olmak açığa çıkarırdı, insanın içindeki nehri; çünkü ancak yolda olmak ortaya çıkarırdı, insanın içindeki zehri…
Ancak dışlarındaki zehir içlerindekinden daha acıydı…
O sabah 500 polis yığıldı, “Anadolu’yu Vermeyeceğiz” diyenlerin önüne…
Anadolu’nun suyunu, toprağını, otunu böceğini korumak için yola çıkanlar, içlerindeki barajları aşıp Gölbaşı’na ulaşanlar, Polisin önlerine kurduğu baraja takılmıştı o gün…
Ancak Pervin Ana ve çevresinde toplanan Anadolu’nun çocukları direndiler…
Geri adım atmadılar…

Gölbaşı’nı mesken tutup taleplerini ülkeyi yönetenlere anlatmadan geri dönmeyeceklerini söylediler…
Bugün Karaman yaylalarında susuz bırakılmak istenen, çadırları yıkılan, Sarıkeçili Yörüklerinin önderi Pervin Ana, işte böylesi bir mücadeleyi omuzlayıp taşıyordu yıllardır, bıkıp usanmadan…
Yörüklerin varlığını borçlu olduğu doğanın yağmalanıp talan edilmesini Yörüklerin sorunu olarak görmeyen, bu yaşamsal sorunların çadırda konuşulmasını anlamakta zorlanan anlayış, işte bu belleği silmek istiyordu Anadolu toprağından…
Ancak Pervin Ana hiç susmadı. Her fırsatta yaşamı savunmayı sürdürdü. En çok da Anadolu kadınını.

Bundan tam 5 (8) yıl önce Pervin Ana’nın kara çadırında yaktığı çoban ateşinin etrafında toplananlar, uzun ve yorucu günlerin ardından çadırlarını bu kez İstanbul Taksim’deki Gezi Parkı’na kurdular…
Ağaca, yeşile, yaşama olan düşmanlığa karşı Haziran direnişinin fitilini ateşleyen kıvılcımlardan biri oldular…
Çünkü çadır, özgürlüktü…
İşte tam da bu yüzden çadırdan hep korktular…
[3d-flip-book mode="thumbnail-lightbox" urlparam="fb3d-page"
id="12654" title="false" lightbox="dark"]
- HAKLILAR BIKTILAR!
- Antalya ÇGD’ye taze kan
- Türkiye ve Rusya, Batı ile Gerginliğin Ortasında Daha Yakın Bağlar Kuruyor
- Burdur Gölü’nün kuruyan kıyıları için yol haritası
- Antalya’da Öğrenci Eylemleri Durmak Bilmiyor
- Antalya Vatan Partisi Kurultaylarını yapmayı sürdürüyor
- “Kadına Yönelik Şiddetle Mücadelede Medyanın Sorumluluğu” Çalıştayı
- İmamoğlu destekçileri dün Kapalı Yol’daydı
- BURDUR Belediye Barınağına baskın